|
|
| Dini Hikayeler Arsivi 2 | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:44 pm | |
| Otuz Altın Hammad.. Bir zamanlar Bağdat'ın en zenginlerindendi. Dünyalık adına nesi var nesi yoksa dağıttı. ... ve Bağdat'ın en fakiri oldu.
Bir gün kapısını çalarlar. Evde değildir, bir müddet beklerler. Tam sonra geliriz diye ayrılmak üzere idirlerki gelir. Elinde yiyecekler. Sofraya otururlar. Yemek esnasında içeriye o ana kadar görmedikleri yabancı biri gelir bir şey söylemeden Hammad'a otuz altın uzatır. Hammad'ın rengi gider, sarsılır ve: - Almam! - Alacaksın. Yabancı adam o kadar ısrar ederki, Hammad almayacağı konusunda herkesin duyacağı şekilde yemin eder. O anda birkadın seslenir: : - Bakın siz şunun yaptığına ! Bugün bu yediklerinizi alabilmek için, başımdan başörtümü aldı, pazara gitti sattı, yiyecek aldı. Şimdi de verilen parayı o kadar ısrara karşın kabul etmiyor, bir de üstelik almam diye yemin ediyor. Sessizlkik.... Kadına hiç kimse cevap vermez... Sessizliğin ve sıkıntının hakim olduğu bir ortamda lokjmalar boğazlardan aşağı yuvarlanır yuvarlanabildiği kadar. sonunda içlerinden bir dayanamaz ve sorar: - Hem böyle bir ihtiyaç içindesin, hem de sana verilen otuz altını kabul etmiyorsun. Söyleyebilirmisin neden? - Hanımımın başörtüsünü pazara götürüp satmak için dolaşırken bir ses duydum "Bu işi bizim için yapıyorsun! Karşılığı sana aaa ulaşır!" Eve dönüp o adamın bana otuz altını getirdiğini görünce, anladım ki, karşılığı geliyor. Onun için kabul etmedim.
Aman! Aman! Dikkat! Dikkatli ol, bir iş yaptın da karşılık bekleme. Karşılık beklemek bir yana, karşılık ister gibi de durma. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:44 pm | |
| Onu Cennet ile müjdeleyin!
Osmân bin Maz'ûn (r.a.) hazretlerinin bir oğlu vefât etdi. Ondan dolayı üzüntüsü çok olup, mahzûn oldu. Evinde oturdu. Evinde bir mescid binâ etdi. Orada ibâdet ederdi. Resûlullah (s.a.v.) hazretleri işitip, buyurdu ki, -Onu benim yanıma getirin. Onu Cennet ile müjdeleyin! Sonra onu, Resûlullahın (s.a.v.) yanına götürdüler. Resûlullah (s.a.v.) ona buyurdular ki; - Bil, yâ Osmân ki, muhakkak Cehennemin yedi kapısı vardır. Ve Cennetin sekiz kapısı vardır. Cennet kapılarından her birine gitdiğinde, oğlunu orada görüp, Allahü teâlâdan sana şefâ'at eder hâlde olduğunu görmeğe râzı olmaz mısın! Osmân bin Maz'ûn 'radıyallahü teâlâ anh', - Yâ Resûlallah; râzı oldum, dedi. Süâl edildi ki, yâ Resûlallah! - Bizim oğullarımız da böyle olur mu? Buyurdular ki, - Evet olur, kıyâmete kadar ümmetimden sabr eden ve sevâb istiyen herkese de böyledir! | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:45 pm | |
| Hikmet Baba
Çeşitli hâlleriyle hikmet saçan bir derviş, Bunda da bir hikmet var� sözünü çok edermiş.
Bu yüzden kendisine Hikmet Baba diyorlar, Fakat onu saf sanıp alaya alıyorlar.
Nasipsiz birkaç kişi, oyun oynarlar ona, İneğini götürüp bağlarlar bir ormana.
Derler, �Şimdi de hikmetten söz edecek mi? İneği aramaya dağlara gidecek mi?�
Akşam sığırlar gelir, Dervişin ineği yok, Bekliyorlar Dervişte görülsün âni bir şok.
Hikmet Baba bu işi de hiç anormal bulmaz, �Bunda da bir hikmet var� sözünden geri kalmaz.
Çoluk çocuk birlikte köyden kıra çıkarlar, Sığırın otladığı her tarafa bakarlar.
Nihayet aramaktan iyice yorulurlar, İneği bir ağaca bağlı halde bulurlar.
Hikmet Baba yine der, �Bunda da bir hikmet var, Fakirin ineğini bu ağaca kim bağlar?�
Biraz dinlenmek için oraya otururlar, Yorgunluktan dolayı hep uyuya kalırlar.
Sabah olunca kalkıp köylerine giderler, Acıklı manzarayı ibretle seyrederler.
Gece bir deprem olmuş, köy viraneye dönmüş, Feryatlar yükseliyor, bazı ocaklar sönmüş.
Hikmet Baba üzülür, yine bir hikmet söyler: �Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler.
Rabbimiz bir sebeple köyden çıkardı bizi, İneği bağlatarak kurtardı hepimizi | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:45 pm | |
| Hz HIZIR'I Görmek İsteyen Adam
Vaktiyle, saf-temiz bir adam, Hazreti Hızırı görmek derdine görmüş. Ona birileri: "- Filan çöle gideceksin filan istikamete doğru yürüyeceksin, işte oralarda bir yerlerde Hızır'ı görebilirsin, demiş. O da inanmış, o çöle gitmiş ve o istikamete doğru yüürmeye başlamış. Gariban adam çölde epeyce yürümüş. Bir müddet sonra birisiyle karşılaşmış: "- Selâmun aleyküm..." "- Aleyküm selâm." "- Hayırdır, yolculuk nereye kurban?" demiş karşılaştığı adam. "- Ben Hızır'ı görmek istiyorum. bu çölde bu istikamete gidersem görebleceğimi söylediler.... Gidiyorum işte...." "- Peki Hızır'ı görünce tanıyabilecek misin?.. Saf adam: "- Vallahi, o hiç aklıma gelmedi demiş. "- Üzülme... Ben sana tarif edeyim: Benim gibi kara kuru, seyrek sakallı bir adamdır. "- Eyvallah kurban demişler ve birbirlerinin tersine yürümüşler.
Çok geçmeden aklı başına gelmiş,geri dönmüş ama, kara kuru seyrek sakallı Hızır (a.s.) sır olup gitmiş.
Adamcağız kulağını kaşımış ve... "- Hay Allah, kaçırdık." demiş. Hızır'ı kaçırdığına pişman olmuş. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:45 pm | |
| ALAY ETMENİN CEZÂSI Hacı Bayram-ı Velî'nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip; "Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti. Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı. Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî'ye geldi. Ziyâretini yapıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı. Orada türbeyi bekleyen türbedâra; "Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum." dedi. Türbedâr; "Tabi, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim."
Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü.
ALAY ETMENİN CEZÂSI
Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu. O da; "Gitmedim efendim" deyince; "Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu. İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına; "O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Doğu tarafına bak!" buyurdu. O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu. Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu. O da; "Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu. Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh; "Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu. Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.
Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi; "Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı. Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.
Kaynak: Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:45 pm | |
| Çürük elma için ne istersin
Bir zimmi, Sultan İkinci Murad Hana der ki: - Bir maruzatım var Padişahım, müsaade buyurun anlatayım? - Elbette, söyle nedir maruzatın? - Askerleriniz benim bahçemden dün elma yediler ve parasını ödemediler! - Bu dediğin nasıl olabilir? Bir yanlışlık olmalı! - Yanlışlık yok Padişahım.
Sultan Murad Han derhal araştırılmasını emreder. Az zaman sonra üç askeri huzura getirirler. Sultan onlara olayı anlatır ve sorar: - Bu zimminin söyledikleri doğru mudur? Askerlerden biri der ki: - Doğrudur Sultanım, ben yaptım! - Peki ama nasıl? Kul hakkını düşünmedin mi hiç? - Padişahım, benim yediğim elma yerdeydi ve çürüktü. Çürük bir elmanın para edeceğini düşünemedim; nitekim bu iki arkadaşım da oradaydı, onlar ağaçtan elma kopardılar ve parasını da bahçeye attılar.
Padişah, zimmiye sorar: - Askerlerimin söyledikleri doğru mudur? - Evet, o ikisinin kopardığı elmaların bedelini aldım. - Peki, öyleyse istediğin nedir? - Diğer askerinizin yerden aldığı elmanın bedelini de isterim. - Peki, o çürük elma için ne istersin? - Bir kese altın isterim, yoksa hakkımı helal etmem. - Bir çürük elma bir kese altın eder mi hiç? Bu açıkça haksızlık. - O zaman hakkımı helal etmem. - Peki al bir kese altın!
Zimminin gözleri dolar, kendisine uzatılan keseyi eliyle iter ve kelime-i şehadet getirir. Sonra der ki: - Efendim, maksadım altın falan değildi, müslüman olmadan önce son defa adaletinizi tecrübe etmek istemiştim, beni affedin ve aranıza alın! | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:45 pm | |
| Fetih süresi hikayesi ve toplumumuzdaki yeri
" Halkımızın çokça okuduğu Yasin, Mülk, Nebe sûreleri gibi, bu sûre de halkımızın çokça okuduğu bir sûredir. Medine'de nazil olmuş, 29 ayettir. Bu sûrelerle ilgili, sevgili Peygamberimizden gelen sahih, övücü hadisler vardır. Halkımızın sevgisi, de bundan olsa gerektir. Özellikle ecdadımız bu sûreyi; fetih esnasında, sıkıntılı günlerinde, haçlı seferlerinde, düşman geldiğinde okumuşlardır. Ülkelerine karşı yapılan saldırılan bertaraf etmek için savunmaya geçtiklerinde yine bu sure okunmuştur. Hicretin 6. yılının zilka'de ayında nazil olmuştur. Sevgili peygamberimiz 1400 arkadaşıyla ilk defa Mekke'ye gidip umre yapmak istemiştir. Mekke'nin kenarındaki Hudeybiye denilen yere kadar gelmiş, Mekke halkından bir heyetle orada karşılaşmışlar, Sevgili Peygamberimiz, umre yapmak istediğini, başka hiçbir gayesinin olma-' dığını, umreyi yaptıktan sonra Medineye döneceğini bildirmiş. Karşı taraf sevgili Peygamberimizi Mekke'ye sokmamak için direnmişler. Çevredeki kabilelerden insanlar gelmişler. Onlar da aracı olmak istiyorlar. Efendimiz onlara da; amacının sadece umre yapmak, olduğunu söylüyor. Bu durum karşısında Mekke'liîerde, Efendimizin bu iyi niyetinden rahatsız oluyorlar. İyi niyetten rahatsızlık olurmu? Olur. İnsanın içi imansızlıkla dopdolu olursa, iyi niyetten rahatsız olur. Şöyle bir hikaye var; Hırsızlıktan sürekli olarak dayak yiyen adamın bir bahçesi, bahçesinde de erik ağacı varmış. Erik ağacının meyvası ol-gunlaşmca komşusunun bahçesine düşer, komşusuda bir- tanesini yemeden toplar; hırsız olan bahçe sahibine getirir verirmiş. O da dermişki; "yahu komşu! karakolda yediğim dayaklardan değil de, senin bu iyi niyetinden kahroluyorum!." Mekke'liler hac zamanında, çevredeki kabilelerin Mekke'ye gelip hac yapmaları neticesinde ticaret" yapıyorlardı. Peygamberimizi Mekke'ye sokmama durumu çevredeki kabileleri ticari olarak etkileyecektir. Mekke'den gelen heyet; peygamberimizle gelen 1400 kişinin Mekke'ye girip, ikili görüşmeler yaparlarsa, insanların gönüllerinin İslam'a ısınmasından korktukları için. uzun görüşmeler neticesinde saltanatlarının gitmesinden de korkarak, Sevgili Peygamberimizi ve arkadaşlarını Mekke'ye sokmama kararı alıyorlar. Peygamberimizle bir antlaşma yapıyorlar. Antlaşma maddeleri müs-lümanlann aleyhine gibidir. Maddelerden bir tanesi, "bu sene umre yapmayacaksınız, gelecek sene yapabilirsiniz:" Bir diğer madde; "Bir kişi Mekke'ye iltica ederse, sığınırsa, geriye iade edilmeyecek. Ama Mekke'den bir kafir insan, müslüman olup Medine'ye sığınırsa o iade edilecek. En ağır madde bu idi. Buna Hz. Ömer'in itirazı olmuş, sonra bu itirazından vazgeçmiştir. Bir diğer madde; "on yıl harb yapılmayacak." Bir başka madde ise; "çevredeki kabilelerden dileyen dilediği devletle ikili anlaşma yapabilir." Bu antlaşma sahabe nazarında mağlubiyeti kabul etme gibi kabul edilmiş ama, Allah (c.c.) Hudeybiye'den dönerken Sevgili Peygamberimize bu sureyi indiriyor. Vahiy geldikten sonra Peygamberimiz ashabını müjdeliyor ve diyor ki; "şu anda bana bir sûre nazil olduki, bu sûre üzerine güneş doğan herşeyden daha hayırlıdır"4185[1] Fetih suresi yeryüzündeki her şeyden daha hayırlıdır.4186[2] 1- Biz sana apaçık fethi verdik. 4185[1] Buharı Tefsir suret-i feth 4186[2] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 7/171-173. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:46 pm | |
| Çobanın AŞKI Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini: - Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim... İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti. - Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı. İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyar, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu. Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle: - Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim? - Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir. İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah... Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu: - Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah´a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah..." Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın. Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah... Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülaaai sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin: - Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu. Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar: - Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti. - Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi? Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı. Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle; - Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik. Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı. Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin. - Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz... Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı. Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle: - Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum. Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip: - Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın? Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak: - A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim.. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:46 pm | |
| İnsan olmak için
İnsaniyet Nimeti Birçok hastalıklarla musibetzede olmuş ve her an binlerce ızdırap çeken bir insana, bu ızdıraplı insaniyet yerine sıhhatli bir kedi olmayı isteyip istemediği sorulsa, bu teklifi derhal reddedecektir. Kedi denilince, ağzımızdaki rızkını da beraber düşünürüz.
Demek ki o insan, o hali için de yine Cenab-ı Hakk'a şükür ile mükelleftir. Tâ ki, küfür ve isyan ile insaniyet nimetini ebediyen kaybetmesin.
Oyun mu, ilim mi ?
Divâne bir çocuğun okula gitmeyerek oyunu ilme tercih etmesi gibi, fasık adam da günahı sevaba, eğlenceye ibadete tercih ediyor.
İnsanın Kıymeti
Bir adamın binlerce ağacı, yüzlerce hayvanı ve bir tane de çocuğu olsa, bu zat âğaçlarının ve hayvanlarının tamamını istediği anda kesebileceği ve hiçbir ceza görmeyeceği halde, çocuğunun bir parmağını dahi kesemez. İşte insanın kıymetine bu misalle bir derece bakabilirsiniz.
Dünyayı Kesben Değil Kalben Terk etmek
İnsan dünyaya çalışmalı, muvaffakiyetin şartlarını hakkıyla yerine getirmeli, fa,kat asla ona kalbini bağlamamalıdır.
Bilindiği gibi insan, ineğin sütünü sağar, etinden istifade eder, fakat onu odasının başköşesine bağlamaz. İneğin yeri oda değil, ahırdır.
Öyle de, insan dünyadan istifade eder, para kazanır, mal mülk sahibi olur. Bunlar dünya hayatı için gerekli- dir, fakat insan bunları vesile olarak bilmeli, gaye yapma- malıdır. İnsan parasını kalbine değil, kasasına koymalı. Keza, sarayını gönlüne değil arsasına kurmalıdır. Zira, kalb Samediyetin âyinesidir, marifet ve muhabbete mahal olmak için yaratılmıştır. İnsan, Beytullah mesabesindeki kalbine servet, ma- kam, teveccüh-ü nas gibi şeyleri koymamalı ve o kalbin nezaketine halel vermemelidir. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:46 pm | |
| O Senin Ailenden Değil Hz.Nuh'un kafirlerle beraber bulunan bir oğlu vardı. Hz. Nuh oğlunu dalgalardan kurtulmaya çalışırken görünce selendi: - Ey oğulcağızım! Bizimle gemiye bin. Sakın kafirlerle beraber olma! - Beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım! - Allah dilemedikçe, bugün O'nun azabından koruyacak hiçbir şey yoktur.
Hz.Nuh ile oğlunun arasına dalgalar girdi. Hz.Nuh'un oğlu da boğulanlardan oldu. Hz.nuh oğlu için çok üzülmüştü. Nasıl üzülmesinki? O kendi oğlu değil miydi? Hz.Nuh dünyada sudan kurtulamayan oğlunu hiç değilse kıyamet günü kurtarmayı arzu etti!
Muhakkak ki, ateş sudan daha şiddetlidir. Ahiret alemindeki azap daha korkunçtur. Acaba Allah, kulu Nuh'a aile efradını kurtaracağına dair bir söz vermemiş miydi? Elbette vermişti. Allah Teala sözünden caymayacağı için Hz.Nuh Allah katında oğlu için şefaatte bulunmayı istedi.
Hz.Nuh rabbine şöyle yalvardı: - Şüphesiz oğlum benim aile efradımdandır. Muhakkak ki, senin aile efradımı kurtaracağına dair verdiğin sözün haktır. Sen hakimlerin hakimisin!
Fakat Allah, soylara, soplara değil sadece amellere bakar. Allah kendisine ortak koşanlar hakkında yapılan şefaati kabul etmez. Allah'a ortak koşan bir kimse peygamberin ailesinden biri olamaz. İsterse öz oğlu olsun! Allah, Nuh kulunun dikkatini bu hususa çekerek şöyle buyurdu: - Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü o iyi olmayan amellerin sahibidir. O halde bilmediğinm birşeyi benden isteme. Seni cahillerden olmaktan menederim.
Hz.Nuh (a.s.) hemen hatasını anladı ve derhal Allah'a yönelerek tevbe etti ve yalvardı: - Ey rabbim! Bilmediğim bişeyi senden istemekten sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrana düşenlerden olurum. (1) | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:46 pm | |
| O KENDİNİ TANITTI
Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; -Siz gâliba, bunu merak ettiniz, alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz, dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, Pâdişâh kayıkçıya; -Kıyıya yanaş,dedi. Kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp; -Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki?dedi. O da; -Efendim gördüğünüz, Hızır aleyhisselâm idi, dedi. Bunun üzerine Kânûnî; -O hâlde, bunu ne için, daha önce demediniz, bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; -O kendini, tanıttı hükümdârım, lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım, buyurdu. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:46 pm | |
| Nuşirevan'ın Adaleti Hazreti Ömer ve Sa'd İbni Vakkas Hazretleri, İran'a at satmaya gitmişlerdi. İran'a vardıkları zaman şehrin girişinde cirit oynayan bir kısım genç görüp seyre daldılar. Bir ara yabancıların kendilerini seyretmekte olduğunun farkına farkına varan gençlerden birisi yanlarına gelip "Bedeviler" gibi sözlerle hakaret ettikten sonra, satmak için getirdikleri ve üzerine bindikleri Arap atlarını ellerinden zorla aldılar.
Hazreti Ömer ve Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri ticaret maksadıyla geldikleri şehre meyüs ve mükedder vaziyette girdiler. Yanlarında yiyecek bir şeyleri olmadığı gibi paraları da kalmamıştı. Aç susuz akşam olmasını beklediler. Akşam olunca da bir hana vardılar. Kapıdan girer girmez hancı, misafirlerin yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını anladı. Neden üzüntülü olduklarını sordu. Hazreti Ömer daha üzüntülü görünüyordu. O hiç konuşmadı. İbni Vakkas Hazretleri ise başından geçenleri hancıya dert yanarak anlattı. Hancı misafirlerini dinledikten sonra: - Siz kederlenmeyin, bizim hükümdarımız son derece âdildir. Ya atlarınızı buldurur, yahut bedelini tazmin eder. Sizin anlattığınıza göre elinizden atları alan hükümdarın kendi oğludur. Ama o mutlaka bu meseleyi halleder, diyerek teselli verdikten sonra: -Her sabah hükümdarımız pazar yerinde halkın önünden geçer ve halk ona dert ve dileklerini bildirirler. O da ne icab ediyorsa hemen yapar. Siz sabahleyin hemen pazar yerine gidin vaziyeti anlatın dedi. Sabah, Hazreti Ömer ve arkadaşı pazar yerine çıkıp hükümdarı beklemeye başladılar. Biraz sonra hükümdar yanında tercümanları olduğu halde geldi. Herkes nesi varsa açık açık söylüyor o da gerekeni hemen orada yapıyor veya yapılmasını emrediyordu. Sıra Hz. Ömer ve İbni Vakkas'a geldi. Onlarda başlarından geçenleri anlattılar., atlarının bulunup geri veilmesini dilediler. Hükümdar bunları dinleyince yüzü çok asıldı ve üzüntülü olduğu her halinden belli idi. Bir kese altın verdi ve atlarının da bulunacağını söyledi. Hükümdar tercüman vasıtası ile konuşuyordu, tercüman ise atı alanların hükümdarın oğlu olduğunu söylememişti. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri yine akşam kaldıkları hana geldiler. Bu sefer yanlarında paraları da vardı, karınları da toktu. Hancının parasını verdiler, o gece de orada kalıp sabahleyin yola çıkmayı düşünüyorlardı. Hancı ne olduğunu sordu. Onlar hükümdarla görüştüklerini ve atları bulacağını söylediler, dedi. Hancı birden öfkelendi ve : -Demek kendi oğlu olduğu zaman iş değişiyor, dedi. Sabah oldu bu sefer hükümdarın karşısına hancı çıkıp: -Hükümdarım, suçu işleyen başkası olur ceza verirler de, sizin oğlunuz olursa cezasız kalır öyle mi? dedi. Nuşirevan bunu duyunca rengi değişti ve çok sinirli olduğu besbelli idi: -At sahipleri yarın şehir terketsinler... Fakat biri şehrin kuzey, biri güney kapısından çıksın dedi. Sabah oldu ve atların değerinden fazla para verdi. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri şehri terkediyorlardı. Bir de ne görsünler, şehrin bir kapısına atı alan genç, diğer kapısına ise hükümdara yanlış bilgi veren tercüman asılmışlar ve ölmüşler bile... Fakat ne yazıktır ki, adaletiyle meşhur bu hükümdara iman nasip olmamış ve Efendimiz (s.a.v.) imansız gittiklerine teessüf ettiği isimler arasında bunu da symıştır. Aradan zaman geçti, Hazreti Ömer Halife-i İslâm , Sa'd ibni Ebi Vakkas ise Mısır valisi oldu. Mısır'i İslamlaştırma ameliyesinde bir de cami yapılacaktı. Bu camiye en müsait yer ise bir yahudinin yeri idi. Mısır valisi yahudinin yerine cami yapımına başladı. Yahudi çaresiz bir şekilde düşünürken müslümanlardan bir zat: -Nedir senin bu halin? diye sordu. O: -Bir evim vardı, başka bir şeyim yoktu. Vali şimdi oraya cami yapıyor. Ben ne yapabilirim? Şimdi açıkta kaldım, dedi. Müslüman ona: -Sen git Medine'ye... Orada Halife Ömer vardır. Derdinei ona anlat. Senin derdine mutlaka çare bulur, dedi. Yahudi daha islamiyetin nasıl bir din olduğunu bilmiyordu. Medine'ye vardı. Halife'yi sordu, bahçede olduğunu söylediler. Gitti Bahçeyi buldu. Baktı ki, oarad bir adam çalışıyorYanına yaklaşıp: -Ben Halife Ömer'le görüşmek istiyorum, dedi. Ona göre hükümdarın tarlada ne işi vardı. Karşısındaki: -Derdini anlat! Ömer benim, dedi. Yahudi derdini anlatıp, bir çare bulunmasını söyleyince Hazreti Ömer, öfkelibir şekilde , bir kemiğin üzerine bir şeyler yazıp adamın eline verdi: -Götür bunu valiye ver, dedi. Yahudi bu yazışmadan pek bir şey anlamamıştı. Bundan bir şey çıkmaz, diyordu kendi kendine... Mısır'a gelip kemiği Sa'd ibni Ebi Vakkas'a verince, vali çok korkmuştu. Hemen evi eskisinden daha güzel bir şekilde tamir etti ve yahudiye verdi. Hemde memnun etmek için bir miktar yardımda bulundu. Hazreti Ömer'in gönderdiği kemiğin üzerinde sadece şu iki kelime yazılı idi: -Ben Nuşirevan'dan daha adilim!... | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:46 pm | |
| BİR ÇÂRE BULUR
İslâmiyete düşman olan hıristiyanların bâzıları, meşhûr Tatar hükümdârı zâlim Hülâgu'nun yanına gelerek ve kendisine yaltaklanarak, müslümanların mescidlerini yıkmasını, medreseleri dağıtmasını, ezânı ve İslâmın sembolü olan şeyleri ortadan kaldırmasını söylediler. Kan dökmekten, insanlara eziyet ve işkence etmekten zevk alan o meşhûr zâlim de, mâcera uğruna çok müslüman kanı döktü. Âlimlerden ve diğer müslümanlardan birçok kıymetli zâtı şehîd etti. Müslümanlar, bu zâlimler karşısında âciz kalıp, ne yapacakları hakkında görüşmek üzere beş yüz kadar âlim toplanıp, o zamandaki meşhur âlimlerden Şemseddîn Müsta'cel bin Rıfâî hazretlerine geldiler ve bu fitneyi durdurmak için bir şeyler yapmasını, bir çâre göstermesini, bu belânın üzerlerinden kaldırılması için duâ etmesini istediler. O ise, kendisini buna lâyık görmeyip:
"Bu iş benim yapabileceğimin üstündedir. Ben de sizinle berâber geleyim. Birlikte Tâcüddîn hazretlerinin yanına gidelim. O bir çâre bulur." dedi.
Dediği gibi yaptılar. Tâcüddîn bin Rıfâî'ye, Hülâgu zâliminin müslümanlara yaptığı zulmü anlatıp, bu belânın yakın zamanda, kendilerine de ulaşacağından endişe ettiklerini bildirdiler. O da, o beldede bulunan müslümanları toplayıp:
"Âlim olanlarınız ve olmayanlarınız bana yardım edin. Allahü teâlânın izni ile bu kâfirin şerrinden bütün müslümanları kurtaralım." buyurdu.
Orada bulunan herkes, ne emrederse yapmaya hazır olduklarını bildirdiler. O da hepsini toplayıp, bir gece, bulundukları beldenin etrâfına genişçe bir hendek kazdılar. Hendeği odun ile doldurdular. Ayrıca demir, bakır, kurşun ne buldularsa o hendeğe doldurdular ve müdhiş bir ateş yaktılar. Tâcüddîn bin Rıfâî oraya gelip iki rekat namaz kıldı. Orada bulunanlar da ikişer rekat namaz kıldılar ve duâ ettiler. Bir saat kadar sonra Hülâgu'nun askerlerinden bir kısmı oraya geldi. Allahü teâlânın hikmeti, Tâcüddîn bin Rıfâî'yi ve diğer müslümanları göremediler. Ateşin yanına kadar geldiler. Tâcüddîn, emir verdi. Zulüm askerlerinden yakaladıklarını ateşe attılar. Hiçbirisi bir karşılık veremedi. Onların, hepsi silâhlı idi ve müslümanların hiç silâhları yoktu.
Orada bulunan müslümanlar diyorlar ki:
"Onların hepsi silâhlı oldukları hâlde silâhlarını kullanamadılar. Biz çok hayret ettik."
O beldede bulunan müslümanlar, Tâcüddîn hazretlerinin bereketi ve kerâmetiyle böylece büyük bir belâdan kurtulup, selâmete kavuştu. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:47 pm | |
| Altı ulülazm peygamberden ikincisidir. Tûfan'ı ile meşhurdur NUH ALEYHİSSELÂM
İdris aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Allah korkusundan dâima ağladığı için adına, çok ağlayan, inleyen mânâsına gelen ''Nuh'' denilmiştir.İdris aleyhisselâm insanlara peygamber olarak gönderilip onlara doğruyu gösterdikten sonra diri olarak göke kaldırıldı. Onun göke kaldırılmasından sonra insanlar doğru yoldan ayrıldılar. Onu çok sevenler ayrılık acısına dayanamadılar. Resmini yapıp seyrettiler. Daha sonra gelenler, bu resimleri tanrı sandılar ve çeşitli heykeller yaputperestpıp, tapmaya başladılar. Böylece insanlar arasında lik meydana çıktı. İnsanlar putlara tapmaya başladıktan sonra, gün geçtikçe aralarında, zulüm, zorbalık, fitne, ahlâksızlık gibi kötülükler artıp yayıldı. Hazret-i Nuh, böyle bir cemiyet içinde çocukluğundan beri doğru yolda bulunan, Allahü teâlâya ibâdet eden sâlih bir kul idi. Sulama işleriyle, çiftçilikle, hayvan yetiştirmekle, marangozluk ve ev inşasında çalışıyordu. Doğru yoldan ayrılmış olan insanların kötülüklerinden de tamâmen uzak duruyordu. Elli yaşında iken, Allahü teâlâ, onu insanlara peygamber olarak gönderdi. Kendi zamânında yaşayan bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Nuh aleyhisselâm,ömrünü sonuna kadar insanları Allahü teâlâya iman etmeye, o'nun emirlerine uymaya, dâvet edeceğine söz (misak) verdi. Ona yeni bir din ve kitap verilmeyip, kendinden önceki peygamberlerin dinlerindeki hükümleri dokuz yüz elli sene insanlara bildirdi, onları hidâyete çağırdı. Peygamber olarak gönderildiği insanlar Kur'ân-ı kerimde; puta tapan, günahkar, kötü ve kalpleri kararmış bir millet olarak vasfedilmektedir. Kur'ân-ı kerimde meâlen; ''Muhakkak ki biz, Nuh'u (aleyhisselâm) kavmine resûl olarak gönderdik'' (A'râf sûresi:59) buyrulmaktadır.
Nuh aleyhisselâm kavmine kendilerine peygamber olarak gönderildiğini, putlara tapmaktan, haksızlıktan ve zulümden vazgeçip, Allahü teâlâya iman edip, o'nun emirlerine uymalarını bildirdi. Fakat zulüm ve zorbalığa alışmış ve başkalarını tahakküm altına almak isteyen insanlar inanmadılar ve ona düşman oldular. Nuh aleyhisselâm onlara nasihat ederek: ''Ben size doğru yolu göstermek,zulmü kaldırıp, adâleti yaymak için Allah tarafından gönderildim. Herkesin putlara tapmaktan vazgeçip bir olan Allah'a ibâdet etmesini, kulluk yapmasını bildiriyordum'' dedi.Kavmiyse bu davete inanmayarak emirlerine uymamakla ve sapıklıklarıda ısrar ediyordu. Çok az kimse imân etmişti. Fakat Nuh aleyhisselâm tebliğ vazifesini yapıp, kavmini yılmadan, yorulmadan devamlı sûrette Allah'a imân ve kulluk etmeye çağırıp, isyan ederlerse azâba yakalanacaklarını bildiriyordu. Kavmi ise bu dâvete uymadıkları gibi, Nuh aleyhisselâmı kendilerine doğruyu, hakkı anlatırken dinlememek için elbiseleriyle başlarını kapatıyorlardı. Bir tarafdan da ona inananlara zulüm ve işkence yapıyorlardı. Hazret-i Nuh'un dâveti, günden güne uzaktan yakından duyuluyor, her yerde ondan bahsediliyordu. O'na imân etmeyenlerse bundan endişe duyuyor ve düşmanlıklarını safha safha artırıyorlardı. Nuh aleyhisselâm gittikçe azan kavmine ''Ben size zor ve güç bir teklif yapmıyorum. Puta tapmaktan vazgeçip Allahü teâlâya ibâdet ediniz. Sizlerin herbir grubu başka bir gruptan korkuyor zulüm görüyorsunuz ve zulmediyorsunuz. Allah'tan korkunuz zulmedenlerden ve mazlumlardan olmayınız.'' diyordu. Yılar sürüp gidiyor, Nuh aleyhisselâm ise tebliğ vazifesini devamlı olarak yapıyordu. Çok az kimse imân etmişti. Diğer insanlarsa iş sâhibi zorbalar, kötü işlerle uğraşan kimseler veya düşkünlük içinde hayat süren zelil, esir ve muhtaç kimselerdi. Her geçen gün daha bedbahtlaşan bu insanlar, bir türlü fitne, fesat ve sapıklıktan el çekmiyorlardı. Nuh aleyhisselâm böylesine düşmüş olan insanlara acıyor, şefkat ve sabırla onları kurtarmaya çalışıyordu. Onlar ise bunu idrak edemeyip karşı çıkıyorlar, hazret-i Nuh'u taşa tutuyorlar, onu şehirden kovuyorlar, evini harap ediyorlar, sapıklıkla itham ediyorlardı. Bir türlü kötülüklerini anlayıp, azgınlıktan vazgeçmiyorlardı. İsyanları sebebiyle Allahü teâlâ onlara gadap etti. Senelerce yağmur yağdırmadı. Malları, hayvanları helak oldu. Bağları bahçeleri kuruyup, servetleri kayboldu, nesilleri kesildi. Son derece muhtaç ve fakir hâle düştüler. Onların bu hâli karşısında Nuh aleyhisselâm; ''Ey kavmim başınıza gelen bunca belâlar günahlarınız sebebiyledir. Putlara tapıp, Allah'a ibâdet etmekten kaçındığınız için Allahü teâlâ size gadap etti. Bu sebeple yağmurlar kesildi. Büyük sıkıntılara düştünüz. Ama Rabbinizden günahlarınızın bağışlanmasını isteyin, sizi affedip üzerinize rahmet yağmuru göndersin. Size mallar ve evlatlar ihsan ederek şmdat etsin. Nihâyet bir gün ölüp kabre gireceksiniz. Rabbiniz sizi bir müddet kabirde beklettikten sonra diriltecek ve amellerinizin cezâsını ve mükâfâtını verecek.'' diyerek daha birçok husûsu iyice anlatıp onlara ehemmiyetle nasihat etti. İsyandan vaz geçmezlerse daha ağır azaplara düşeceklerini bildirdi.
Nuh aleyhisselâm ve bildirdiklerine inanmayıp putlara tapmakla israr eden azgın millet; ''Ey Nuh gerçekten bizimle çok mücâdele ettin, bunda da çok ısrarla davrandın. Bu işe başladığın gündenberi bizi devamlı olarak azapla korkutup durdun. Artık sözünde doğru isen şu azâbı getir de görelim. Artık ne olacaksa olsun.'' diyerek onun nasihatlarını ve dâvetlerini hiç kabul etmedikleri, Kur'ân-ı kerim'de Hûd sûresinde (ayet 32) bildirilmektedir. Nûh aleyhisselâm kavminin bu tutumu karşısında aslâ yılmadan, tebliğ vazifesini devâm ettiği hâlde, onların bir türlü imâna gelmeyeceklerini iyice anladı. Bunun üzerine meâlen şöyle duâ ettiği Kur'ân-ı kerim'de bildirilmektedir: ''Nuh (aleyhisselâm) dedi ki: ''Ey Rabbim! yeryüzünde, hareket eden hiçbir kâfir bırakma! Eğer sen onları bırakırsan, kullarını dalâlete, sapıklığa sürüklerler. Hem bundan sonra onların çoluk çocuğu olmaz. Olsa bile çocukları fâcir ve küfürde pek ileri kimseler olurlar. Ey Rabbim! beni, anamı, babamı, mümin olarak evime girenleri, erkek, kadın bütün müminleri mağfiret eyle, bağışla, zâlimlerin (kâfirlerin) ise ancak helâk ve hüsrânlarını arttır.'' (Nuh sûresi:26-28) ve ''(Nuh aleyhisselâm duâ edip) dedi ki: Yâ Rabbi! Gerçekten kavmim beni tekzip etti. Beni yalanladı. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver. Beni ve berâberimdeki müminleri kurtar.'' (Şuarâ sûresi:117-118) Nuh aleyhisselâmın bu duâsı üzerine, Kur'ân-ı kerimde Allahü teâlânın ona meâlen şöyle vahy ettiği bildirilmektedir: ''Nuh'a vahy olundu ki; kavminden daha önce imân etmiş olanların dışında hiç kimse imân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki; onlardan intikam alma vakti gelmiştir. Nezâretimiz altında ve vahy ettiğimiz, bildirdiğimiz şekilde bir gemi yap! Zâlimler (kâfirler) hakkında bana duâ etme. Zirâ onlar (suda) boğulacaklardır.'' (Hûd sûresi:36-37) Nuh aleyhisselâm kendisine gönderilen vahiy üzer,ne hemen bir gemi yapmaya başladı. Geminin yapılmasında Cebrâil aleyhisselâm, Allahü teâlânın emri üzerine yardımcı oluyor ve nasıl yapılacağını târif ediyordu. Nuh aleyhisselâm ve imân eden müminler de geminin yapılmasında çalıştılar. Geminin inşâsını gören putperestler; ''Şimdi de marangozluğa mı başladın?'' diyerek alay ediyorlardı. Hazret-i Nuh ise; ''Benimle alay ediyorsunuz ama, rezil edici azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz.'' diyordu. Nuh aleyhisselâm, yüzyılar boyu insanları Allahü teâlâya imân etmeye çağırdığı hâlde insanların imân etmemeleri sebebiyle helâk olmalarının yaklaştığı sırada son olarak şöyle dedi. ''Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için Allah tarafından görevlendirildim. Bir ömür boyu size nasihat ettim. Dinlemediniz, benimle alay ettiniz, sabır ve tahammül gösterdim. Bana, inananlara eziyet edip, incittiniz Allahü teâlâ yer yüzünü zulüm ve küfürden temizleyecek. Geliniz, dâvetimi kabul ediniz. Câhillik etmeyiniz Allahü teâlâya itâat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama, Allah'ın azâbı en kısa zamanda büyük bir tufan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helâk olacaktır. Şu yaptığım gemi, imân edenlerin binip kurtuluşa ereceği gemidir. Allah'a imân etmeyen âsiler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen imân etsin ve benimle yolcu olsun. Bu benim, herkesin duyması gereken son sözümdür.''
Nuh aleyhisselâmın son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar; ''Ey Nuh, uzun yıllardan beri bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. bizi tufanla korkutuyorsun biz sana da söylediklerine de inanmıyoruz.'' dediler. Nihâyet bir müddet sonra geminin yapımı tamamlandı. Hazret-i Nuh'un yaptığı ve üç katlı olduğı rivâyet edilen bu geminin ateş yanarak kazanı kaynayıp hareket ettiği (Buharlı bir gemi olduğu) Kur'ân-ı kerim'de açıkça bildirilmektedir. Hûd sûresi, 40 âyet-i kerimesinde meâlen buyruldu ki: ''Nihâyet helak etme emrimizin azâbımızın vakti geldiği, tennûrun (fırının) taşıp fışkırdığı (yâhut gemi kazanının kaynadığı) zaman biz Nuh'a şöyle emreyledik ki, kendisinden faydanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir edilenler hâriç âile halkında bir de imân edenleri gemiye yükle. zâten Nuh'a imân edenler pek az idi.'' Gemiye binecekler hazır olunca hazret-i Nuh onlara, Allahü teâlânın ismiyle gemiye binmelerini söyledi. Bütün müminler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde Hazret-i Nûh ile gemiye bindiler. Nitekim Kur'ân-ı kerim'de meâlen buyruldu ki: ''Nuh (aleyhisselâm) gemiye bineceklere; ''Allahü teâlânın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve durması Allahü teâlânın irâdesiyledir. Benim Rabbim, müminleri mâğfiret edici ve merhametiyle tufân belâsından kurtaracıdır.'' dedi.'' (Hûd sûresi:41) Yine Kur'ân-ı kerim'de meâlen buyruldu ki: ''Ey Nuh sen ve berâberindekiler gemiye yerleşince; ''Bizi zâlim (kâfir) milletten kurtaran Allah'a hamd olsun. Rabbim, beni hareketli bir yere indir sen, indirenlerin en hayırlısısın.'' de.'' (Mü'minin sûresi28-29) Nuh aleyhisselâm her hayvandan birer çift alıp, imân edenlerle birlikte gemiye yerleştikten sonra, gökten çok şiddetli bir yağmur yağmaya ve yerden de sular fışkırmaya başladı ve her şey suya gark oldu. Sular dağları aştı. Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında kaldı. Nuh aleyhisselâm inanmayan putperest kavim boğularak helak olup gitti. Bu tûfan hâdisesi Kur'ân-ı kerim'de kamer sûresi 11 ve 12. âyette bildirilmektedir. Tûfan başladığı sırada Nuh aleyhisselâm imân etmeyen oğlu Yâm'a (Kenan), imân edip gemiye binmesini söyledi ise de oğlu; ''Dağa çıkar sudan kurtulurum.'' deyip binmedi. Bir dalga gelip onu da boğdu. Boğulanlar arasında hazret-i Nuhûn hanımı da vardı. O da imân etmemişti. Tûfan altı ay devam etti. Altı ay sonra Allahü teâlânın meâlen; Ey arz! Suyunu yut ve ey gök suyunu tut.'' (Hûd sûresi 44) emriyle yağmur kesilip sular çekildi. Nuh aleyhisselâmın gemisi Muharrem ayının onunda aşure günü Irak'ta Cûdi Dağı üzerine oturdu. Bundan sonra insanlar Nuh aleyhisselâmın üç oğlundan türedi. Bu bakımdan Nuh aleyhisselâma ikinci Âdem denildi. Nuh aleyhisselâm bin yaşında vefât etti. Nuh aleyhisselâmın Sâm adlı oğlundan Arap, Fars ve Rum kavmi, Hâm adlı oğlundan ise Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, diğer oğlu Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Nihâyet insanlar zamanla çoğalıp, Asya'ya, Avrupa'ya, Okyanusya'ya ve Berring (Behreng) Boğazından Amerika'ya geçerek bütün yeryüzüne yayıldılar. Nuh aleyhisselâm Kur'ân-ı kerim'de şekür (çok şükreden kul) sıfatıyla anılmış olup, birçok âyet-i kerimede ondan bahsedilmektedir. Ayrıca Kur'ân-ı kerim'deki sûrelerden biri de Nuh sûresi olup, bu sûrede Nuh aleyhisselâmdan bahsedilmektedir. Ülü'lazm peygamberler arasında Neciyullah (Allahü teâlâya karşı devamlı olarak teveccühte ve münâcaatta bulunup, ilâhi feyzleri alan) denilen Nuh aleyhisselâm hakkında Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerde buyurdu ki: ''Melek-ül mevt (Azrail aleyhisselâm) Nuh'a (aleyhisselâm) geldiğinde dedi ki: ''Ey Nuh ey peygamberlerin en büyüğü (en yaşlısı), ey uzun ömürlü ve ey duâsı kabul olunan! Dünyâyı nasıl gördün?'' Nuh (aleyhisselâm) dedi ki: ''Şüyle bir kimse gibi ki, kendisine iki kapısı olan bir ev yapılmış da birinden girmiş diğerinden çıkmıştır.''
Mûcizeleri:
1-Nuh aleyhisselâmın kavminden bir fırka gelip, oturdukları beldedeki büyük taşları toprak yapmasını istemişlerdi. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı gönderip, ''Resûlüme söyle, o taşlara eliyle işâret etsin.'' buyurdu. Nuh aleyhisselâm da buyrulduğu gibi yapıp eliyle işâret edince, o beldede bulunan bütün taşlar birden toprak oldular. Bunun üzerine on iki kişi imân etti. 2-Uzakta bulunan ve gözle görülemeyecek şeyleri görüp haber verirdi. 3-Susuz yerlerden su çıkarırdı. 4- İşâretiyle ağaçlar kökünden sökülüp başka yere geçerdi. 5- Duâsıyla kuru ağaçlar hemen meyve verirdi. 6- Duâsıyla bulutsuz olarak yağmur yağardı. 7- Kum, toprak, kil gibi şeyler, onun duâsıyla yiyecek maddeleri hâline gelirdi. Gemisi Cûdi Dağının üzerine oturunca, insanlar açlıktan kurtulmak için yiyecek isteklerinde duâ edince bir miktar toprak ve kum yitecek hâline geldi ve bunu yediler. 8-İmân ederek gemisine girip tufandan kurtulan insanlar çok az olmasına rağmen, onun duâsıyla çok kısa zamanda çoğalarak arttılar. 9-Eliyle yere diktiği bir ağaç fidanı o anda çeşitli renklerde meyve verdi. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:47 pm | |
| NUH ALEYHİSSELÂM'IN GEMİSİ (2)
Nuh aleyhisselâm, Hazreti îdris'den sonra yer yüzündeki insanlara, kendilerini irşad etmek üzere Allahü Teâlâ'nın gönderdiği büyük bir peygamberdir. Hazreti Nuh'a ait haberler Kur'ân-ı Kerîm'in yirmi sekiz yerinde zikredilmiştir ki, bunlardan birisi müstakil bir sûredir.
Allahü Teâlâ, bir hakikat olarak Nuh aleyhisselâmı kavmine bir Peygamber olarak gönderdiği vakit o, kavmine:
— Ey kavmim! Allah'a ibadet edin!. O Allah ki, sizin için O'ndan başka kendisine ibadet edecek, kullukta bulunacak hiç bir ilâh yoktur. Emin olunuz ki, Allah'ı tanımadığınız takdirde üzerinize büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum, dedi.
Allah'ın Resulünün bu dâvetine karşılık, kavmin ileri gelenlerinden bir güruh:
— Ey Nuh, her halde biz, seni çok açık bir sapıklık içinde görüyoruz, dediler.
Hazreti Nuh da kendilerine:
— Ey kavmim! Bende bir sapıldık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin haberlerini, emirlerini tebliğ ediyorum. Size öğüt veririm ve sizin bilmediğiniz şeyleri Allah'dan ilham olunduğu gibi bildiriyorum.
— Ey kavmim! Beni niçin yalanlarsınız? Yoksa içinizden sizi korkunç bir âkibetten korumak, sizin de korunup rahmete erişmeniz için Rabbiniz tarafından bir kimseye vahiy, peygamberlik gelmesine şaşar ve inanmaz mısınız?.
Bu sözleri üzerine Nuh aleyhisselâmı yine yalanlamaya devam ettiler ve dediler ki:
— Ey Nuh! Biz seni, ancak bizim gibi bir beşer görüyoruz. Sana uyanları da ilk bakışta en rezillerimiz olan kimselerden ibaret görüyoruz. Sizin bize fazla bir meziyet ve üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Belki biz sizi yalancı sayıyoruz.
Nuh aleyhisselâm irşadına devam ederek:
— Ey kavmim! Açıkça söyleyin, eğer ben Rabbim tarafından verilmiş bir delili hâiz isem ve bana, Rabbim kendisinden bir rahmet vermişti, size onu görecek göz vermeyip kör olarak bırakmış ise, biz size onu görmek istemediğiniz halde zorla kabul mü ettireceğiz zannediyorsunuz?. Hem ey kavmim, ben bu irşadıma karşılık sizden bir mal da istemiyorum. Benim ücretim ancak Allahü Teâlâ'ya aiddir. Ve ben, o iman edenleri kovucu da değilim. Elbette onlar Rablerine kavuşacaklar. Fakat sizi de ben, cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum. Hem ey kavmim, ben bunları kovarsam, bana kim yardım edip Allah'tan beni kurtarabilir? Bunu bir defa düşünmez misiniz?. Ben size, ne Allah'ın hazineleri yanımdadır, ne de gaybî bilirim demiyorum. Ben muhakkak meleğim de diyemem. Yine ben, gözlerinizin hor gördüğü o kimseler hakkında «Allah onlara hiç bir hayır vermez» de diyemem. Zira onların vicdanlarındaki îmanı en iyi bilen Allahü Teâlâ'dır. Böyle halde bulunmuş olsam ben, şüphesiz haddini aşanlardan olurum!, dedi.
Buna karşılık Nuh aleyhisselâmın kavmi:
— Ey Nuh! Sen bize karşı hakikaten husûmette bulundun. Bize husûmetini fazlalaştırdın. Eğer sözünde doğru isen, bizi tehdid ededurduğun azabı hemen bize getir, dediler.
Hazreti Nuh:
— Onu size, ben değil, dilerse Allahü Teâlâ getirecektir. Siz onu âciz bırakacak değilsiniz. Ben size ne kadar öğüt vermek istedimse de, Allahü Teâlâ sizi helak etmeyi murad etmişse benim nasihatim size hiç fayda vermez, iyi biliniz ki, Allah Rabbinizdir, en sonunda çaresiz ona döneceksiniz!, dedi.
Kâfirler:
— Ey Nuh! Yoksa o azabı sen mi uydurdun? diyorlardı. Hazreti Nuh da:
— Eğer ben uydurdumsa günahı bana aittir. Halbuki ben, sizin yüklemek istediğiniz suçtan her halde uzak bulunuyorum, dedi.
Bunıın üzerine Nuh aleyhisselâma Hazreti Allah tarafından vahyolundu ki:
—- Kavminden şimdiye kadar îman edenlerden başka hiç birisi îman etmeyecektir. Binaenaleyh işlemekte oldukları fenalıklardan dolayi sen endişelenme de, bizim nezaretimiz altında ve vahyettîğimiz talimat dairesinde gemi yap!. O zulmedenler hakkında şefaatçi de olma! Çünkü o zalimler muhakkak batırılacaklardır.
Bu ilâhî emir üzerine Nuh aleyhisselâm gemiyi yapmaya başlamıştı. O bu işle meşgul olurken kavminden her hangi bir imansızlar güruhu yanından geçtikçe, kendisiyle alay ederler, «Hani peygamberim diyordun, işi marangozluğa bozdun» diye eğlenirlerdi.
Hazreti Nuh da kendilerine:
— Siz benimle eğleniyorsunuz; sizin şimdi eğlendiğiniz gibi biz de ilerde sizinle eğleneceğiz!. Kime perişan eden bir azâb gelecek ve daimî bir azâb kimin başına inecektir, ilerde, görürsünüz! diye cevap verirdi.
Nihayet Allahu Teâlâ'nın emri geldi ve gemi hareket edip yer yüzünden su kaynayıp fışkırmaya başladığı zaman Allahu Teâlâ Nuh aleyhisselâma:
— Şimdi geminin içine her çift erkek ve dişiden iki tane, bir de aleyhinde hüküm geçmiş bulunan oğlundan başka aileni ve îman edenleri yükle! buyurdu. Bununla beraber Hazreti Nuh'a insanların pek azından başka kısmı îman etmemişti.
O zaman Nuh aleyhisselâm gemiye binecek olanlara:
— Haydi mecrasında da, mersâsında da, Allah'ın ismini anarak gemiye bininiz! Rabbim muhakkak Gafûr'dur, Rahîm'dir, dedi.,
Artık gemi, içindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu.
O sırada Hazreti Nuh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna da:
— Ey oğulcağızım, gel benimle bin! Kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. Oğlu:
— Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım! diye cevap verdi. Hazreti Nuh:
— Bugün Allah'ın emrinden koruyacak bir şey, rahmetinden baş-'ka yoktur! dedi ve derhal âsî oğul dalga aralarına giriverdi. Böylece o da boğulanlardan oldu.
Tufan tamam olunca Allahü Teâlâ tarafından:
— (Yere Ey arz suyunu yut!, (Göğe de: ) Ey semâ suyunu kes! emri verildi. Ve su çekildi, emir de yerine getirildi. Gemi de Cûdî dağı üzerine oturdu. O zalim kavme de «uzaklaşın!» denildi.
Nuh aleyhisselâm Rabbine nida ederek:
— Ey Rabbim! Oğlum tabiî benim âilemdendir. Hiç şüphesiz Senin va'din de haktır. Ve sen hâkimlerin üzerinde isabetle hükmedersin! dedi.
Allahü Teâlâ:
— Ey Nuh! Kâfir oğlun senin ehlinden değildir. O, salih olmayan kötü iş sahibidir. Binaenaleyh hakikatine ilmin erişmediği şeyi benden isteme!. Ben seni câhillerden olmaktan men'ederim! buyurdu. Nuh aleyhisselâm:
— Rabbim! Hakikatini bilmediğim şeyi istemekten sana sığınırım!. Allah'ım! Yoksa sen beni mağfiret etmez ve bana merhamet etmezsen, ben dalâlete düşenlerden olurum! diye niyazda bulundu.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ tarafından:
— Ey Nuh, bizden sana ve mâiyetindekilerden üreyecek bir çok Ümmetlere selâm ve bir çok bereket ile gemiden in!.. Bir çok ümmetleri de ilerde dünyâ malıyla faydalandıracağız da sonra küfürleri sebebiyle onlara tarafımızdan elem verici bir azab dokunacaktır! buyuruldu.
Kırk yaşında Allah Elçiliği vazifesini yüklenen Nuh aleyhisselâm, kavmi içerisinde bu mukaddes vazifesini tufan hadisesine kadar tam dokuz yüz elli sene devam ettirdi.
(Hûd, Nuh ve A'râf Sûreleri) 1) Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları 2) Büyük Dini Hikayeler, Osmanlı Yayınevi | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:47 pm | |
| NUAYMAN'IN ŞAKASI Semerkand Bedevînin biri, Peygamber Aleyhisselâm'ı ziyarete gelmiş, mescid avlusunda devesini çöktürdükten sonra içeriye girmişti. Ashabdan birileri de, çok şakacı bir kişi olan Nuayman İbn-i Amr (R.A.)'a latife olsun diye şöyle bir teklifte bulundu:
- Sen şu deveyi kesiversen de onu yesek! Çünkü gerçekten et yemeyi çok özledik. Nasılsa Rasulullah Aleyhisselâm onun bedelini öder.
Nuayman da kalkıp deveyi kesiverdi! Adamcağız dışarı çıkınca, devesinin kesildiğini gördü ve feryadı bastı:
- Eyvah, devem kesilmiş!
Nebi Aleyhisselâm da dışarı çıktı ve sordu:
- Kim yaptı bu işi?
- Nuayman yaptı, dediler.
Peygamber Aleyhisselâm, Nuayman'ın peşine düşerek onu aramaya başladı. Nihayet bir evde saklandığını öğrendi.
Nuayman bir hendeğin içinde gizlenmiş, üstüne hurma dalları ve yaprakları örtmüştü.
Adamın biri, onun saklandığı yere doğru işaret ederek, yüksek sesle şöyle bağırıyordu:
- Ben onu görmedim, ya Rasulallah!
Rasulullah (A.S.) onu buldu, tutup hendekten çıkardı. Bulaşan toz ve topraktan yüzünün rengi değişmişti. Sordu ona:
- Bu yaptığını sana yaptıran nedir?
Nuayman boynunu büktü:
- Benim yerimi sana gösterenler var ya, ey Allah'ın Rasulü! İşte onlar bu işi bana yaptırdılar.
Allah Rasulü Aleyhisselâm, bir yandan şakacı Nuayman'ın yüzündeki tozları siliyor, bir yandan da gülüyordu. Sonra deve sahibini çağırarak devesinin bedelini ödedi. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:47 pm | |
| Ne Olaydı da Müslüman Olup...
Abdüllah ibni Abbâs (r.a) anlatıyor; Bu ümmetden bir tâife sırat üzerinde hapis olunur. Hâlbuki, Muhammed Mustafâ (s.a.v.) hazretleri, bütün Peygamberlerden önce Cennete dâhil olur. Ümmeti de, bütün ümmetlerden önce Cennete dâhil olur. Resûlullah (s.a.v.) Cennete girdikden sonra, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sıratda kalan tâifenin Cehennemden tarafa gönderilmesini ve Mâlik'e teslîmini emr eder.
Mâlik, onları görünce, - Yâ eşkiyâ cemâ'ati, siz kimsiniz ve kimin ümmetindensiniz. Cehenneme girenlerin son bulduğunu işitmişdim. Cehennem ehlinin hepsi bana, bağlı ve zincire vurulmuş hâlde ve yüzleri üzerine sürünüp ve yüzleri kara, gözleri göğermiş hâlde gelirler. Ammâ, sizin elleriniz bağlı değil ve zincire vurulmamışsınız. Yüzleriniz kararmamış. Gözleriniz göğermemiş. Ayaklarınız üzerine yürürsünüz; kimsiniz, der.
Onlar, derler ki, -Yâ Mâlik bunu bize sorma. Zîrâ biz, muhakkak sana bunu haber vermeğe hayâ ederiz. Velâkin biz; Kur'ân-ı kerîme uyan, Ramezân ayında oruc tutan, hacca giden, cihâda giden, zekât veren,vyetîmlere ikrâm eden, cünüb olunca gusl eden, beş vakt nemâz kılıcılardanız.
Mâlik der ki, -Ey mahşer eşkiyâsı! Allahü teâlâ Kur'ân-ı azîmde sizi ma'siyyetden men' etmedi mi.
Onlar derler ki, -Yâ Mâlik, bize tevbîh etme. Şimdi Allahü teâlânın tevbîhinden ve süâlinden kurtulduk.
Sonra onlar bu hâlde iken, Arş tarafından bir nidâ edici, şiddetli nidâ eder ve der ki, - Yâ Mâlik, onları Cehennemin üst tabakasına dâhil et.
Hâlbuki onlar, Cehennemin kenârında dururlar. Mâlik der ki, -Yâ mahşer eşkiyâsı! Şübhesiz söyleneni işitdiniz. Fehm etdiniz. - Evet işitdik, lâkin bize mühlet ver. Bir sâat nefslerimiz üzerine ağlıyalım, derler. -Benim size mühlet vermeğe izn yokdur. Mâlike Arş tarafından nidâ gelir ki, - Yâ Mâlik, terk et onları, nefsleri üzerine ağlasınlar. Sonra nefsleri üzerine ağlamağa başlarlar. Derler ki, -Biz Cehennemde nasıl sabr edelim. Biz güneşin harâretine sabr edemezdik. Katran elbisesi giymeğe nasıl sabr edelim. Biz yumuşak elbiseler giymeyi tercih ederdik. Zakkum yimeğe ve hamîm içmeğe nasıl sabr edelim. Biz hep güzel yemekler yir, soğuk içecekler içerdik. Bunlar böyle ağlarlar iken, Arş tarafından bir nidâ gelir. -Yâ Mâlik! Bunları Cehennemin birinci tabakasına gönder. Sonra onların yanına şiddetli melekler gelir. Onlar, kalb olmadığı için acıması olmıyan zebânîlerdir. Herbir insana bir zebânî yapışır. O sırada, hepsi seslerini yükseltirler ve derler ki, - Yâ Muhammed, Yâ Ebel Kâsım, Yâ Ebel Erâmil velyetâmâ. Yâ Fahrel kıyâmeh. Yâ Fâtihal bâb. Yâ nârın kapısını ümmetine kapayan! Yâ ümmetine şefâ'at eden. Biz ümmetinin za'îfleriyiz. Cehennemin ateşine dayanamayız. Şefâ'atin ile bize imdâd et. (Yâ Mâlik, biz ümmet-i Muhammeddeniz. Sonra Mâlik hazretleri Cennetden tarafa döner. Ellerini kulaklarına koyar. Müezzinler gibi yüksek ses ile nidâ eder ki: - Yâ Muhammed! Muhakkak sen, Cennetde ni'metler içindesin. Senin za'îf ümmetlerin Nârda feryâd ederler. Onların feryâdına yetiş. Zîrâ za'îfdirler. Cehennemin harâretine sabrları yokdur. O hâlde, Muhammed (s.a.v.)hazretlerine haber gelir. Hemen tahtından sıçrayıp ve Buraka biner ve buyurur, -Yâ Burak, çabuk ol ki, ümmetim za'îfdirler, Cehennemin harâretine sabr edemezler. Burak da ayaklarını kaldırıp, Cehennemin kenârına koyar. Muhammed (s.a.v.) hazretleri onların seslerini işitdiği vakt, ağlarlar. Sonra Muhammed aleyhisselâm Arşın kenârına erişir. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine secdeye varır. Ve şefâ'at eder. Allahü teâlâ ve tekaddes onların hakkındaki şefâ'atini kabûl eder. Resûlullah (s.a.v.) hazretlerinin şefâ'ati ile Cehennemden kurtulurlar. O vakt, kâfir oldukları hâlde, ehl-i nâr temennî ederler; ne olaydı, müslimân olup, Ümmet-i Muhammedden olaydık. Allahü teâlâ hazretlerinin kavl-i şerîfi buna işâretdir ki, [Hicr sûresi 2.ci âyetinde; meâlen] (Kâfirlerden, müslimân olmağı temennî etmiyen çok az kimse vardır!) buyurulmuşdur. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:47 pm | |
| Niçin Evlenmiyor
Râbia-tül Adeviyye, -Niçin evlenmiyorsun?" diye ısrâr edenlere şöyle söyledi: -Benim üç büyük derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim. Birincisi, acabâ son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim? İkincisi, Kıyâmet gününde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler? Üçüncüsü, herkesin hesâbı görüldükten sonra bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, acabâ ben hangi grupta bulunacağım? dedi. O kimseler; -Biz bu suâllerin cevâbı olarak size bir şey söylemekten âciziz" dediler. -O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu günlere hazırlanmak elbette lâzım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim? buyurdu. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:47 pm | |
| NİÇİN AĞIZLARI KAPALI? Şeyh Necmüddin Ali (k.s.) hazretleri anlatıyor:
'Zaman zaman ziyaretime gelen bir kadın vardı. Basîreti (kalp gözü) açık bir hâtundu. Yine bir gün ziyâretime gelmişti. O sıralar elim biraz dardı ve o da bu hâlimi biliyordu. Evimde bir-iki göz ambar vardı. Eğer Allah Teâlâ, hubûbattan arpa-buğday gibi bir şey verirse o ambarlara koyardım. Şimdi ise onlar boştu. Kullanılacakları zamana kadar temizce dursunlar diye ağızlarını kapatmıştım. O kadın içlerinde bir şey var zannetti ve bana dedi ki:
' Mâdem ki elin dar, niçin şu ambarların içindekilerden azık edinmiyorsun?
' Boş onlar, dedim.
' O halde, dedi, niçin ağızlarını kapalı tutuyorsun?
' Temiz dursun diye...
Kalktı, onların kapaklarını açtı ve şöyle dedi:
' Bunlar, ağızları kapalı oldukları için boştur. Eğer ağızları açılsa, onlar da aç ve açık olan ağız gibi olurlar. Hak Teâlâ aç ve açık olan ağızın rızkını gönderir. İhtiyaç vakti gelince, her şeyin rızkını yine kendisine münâsip bir şeyden eriştirir.
O kadın bu işi yapınca, çok geçmeden Allah (c.c.) o ambarlara o kadar buğday gönderdi ki, bölmelerin hepsi doldu taştı.' (Abdurrahman Câmi k.s., Nefehâtü'l-Üns, Terc. Lâmiî Çelebi, v. 1532) | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:48 pm | |
| Nereden ve Nasıl Aldın? Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' hazretlerinin bir kölesi vardı. Ömrünün sonlarında her akşam iftâr vaktinde yemek getirirdi. Âdet-i şerîfleri öyle idi ki, nereden ve nasıl aldığını, kimden satın aldığını, onun san'atı ve mesleği ne olduğunu o köleden sormayınca o yemekden bir lokma ağzına koymazdı. Bu köle bir gece yine yemek getirdi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' süâl etmeden, mubârek elini uzatıp, bir lokma yemekden aldılar. Köle dedi ki: - Ey Efendi. Ne oldu ki, bu akşam sormadan yemeğe el uzatdınız. Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' hazretlerinin mubârek gözleri yaş ile dolup, buyurdu: - Yâ Gulâm. Açlık bana sıkıntı verip, sabırsızlandırdı. Böylece bu hâl başıma geldi. Şimdi bana haber ver ki, bu akşam yemeği nereden getirdin. Köle dedi ki: - Câhiliyye vaktinde, raks ve oyun oynardım. Bir gruba raks etdim. Onlara hoş geldi. Bana dediler ki, şimdi bir nesnemiz yokdur. Va'd etmişlerdi ki, elimize birşey geçdikde sana iyilik ederiz. Ben bugün gördüm ki, onların elleri doludur. Ben va'dlerini hâtırlatdım. Yiyeceği bana verdiler. Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' bunu işitdi. Çok üzüldü. Ağladı. Yemeği önünden atdı. Parmağını boğazına o kadar sokdu ki, kay' etdi. O lokma karnından dışarı geldi. Kendine eziyyet verdi. Mubârek yüzü göğerdi ve karardı. Mubârek yüzünün şeklinin değişikliğini görenler, bir mikdâr su içmesini ve bu üzüntüden halâs olacağını söylediler. Sıcak su getirdiler. İçdi, bir kerre dahâ kay' etdi. Rahâtsız oldu. İnceledi ki, karnında bir şey kalmadı. Dediler ki, - Yâ Sıddîk, bu kadar kendinize sıkıntı ve zahmet, bir lokmadan dolayı mıdır. Buyurdu ki, evet. Resûlullah 's.a.v.' hazretlerinden işitdim. Buyurdular ki, - Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, yidiği harâm olan kimselere Cenneti harâm etmişdir. Sonra başını yukarı kaldırıp, - Yâ ilâhel âlemîn! Yidiğim lokma için elimden geleni yapdım. O lokmaları kay' etdim. O lokmadan damarlarımda birşey kaldı ise afv et. Bu za'îf kulun, Cehennem azâbına dayanamam diye, düâ buyurdu.
Bu o Ebû Bekrdir ki, Resûlullah 's.a.v.' hazretleri, (Ebû Bekr benim gözüm ve kulağım gibidir) buyurdu. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:48 pm | |
| ZEKERİYYA ALEYHİSSELÂM NEDEN YEMEĞE DÂVET ETMEDİ? Zekeriyya (a.s.) son derece cömerti ve kendi el emeği ile maişetini temin ederdi. Bir keresinde bir inşaat işinde çalışıyordu. Çalışma arasında, ancak kendisine yetecek kadar ekmek getirdiler.
Zekeriyya (a.s.) kendisine verilen ekmeği yerken, yanına başkaları da geldi. Zekeriyya (a.s.) onları yemeğe dâvet etmedi. Onun cömertliğini bildikleri için, gelenler, bu tutuma şaştılar. Zekeriyya (a.s.) ekmeğini bitirdikten sonra, şu açıklamayı yaptı:
'Ben burada gündelikle çalışıyorum. Bana düşen işi gereği gibi yapabilmem için, bu ekmeği verdiler. Aldığım ekmeği hep beraber yesek, size de bana da yetmeyecek. Ve ben, verimli şekilde çalışamayacağım. İş sahiplerinin hakkı üzerimde kalacak. İşte bunun için sizi yemeğime dâvet etmedim.'
Hakperest bir insan, Allah Teâlâ'nın bahşettiği nûr ile, böyle ince düşünür. Yemeğe dâvet bir fazilet ise, işinde gereği gibi çalışmak da bir farzdır. İşinde zayıflık, farzda noksanlık iken, dâveti terk etmek fazilette noksanlıktır.
Farzın yanında faziletin hükmü kalmaz. Zira, 'Def'-i mazârrat, celb-i nef'a râcihtir.' | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:48 pm | |
| Nasıl bir Hızır bekliyordun?
Akşehir Kaymakamı Ahmed Ağa'ya: - Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster Hızır Aleyhisselâmı!.. Ahmed Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap vermiş: - Oğlum, nasibse görürsünüz inşallah! demiş.
Ahmed Ağa'nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü, iftara yakın, iftar sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu bekliyorlar... Kaymakam sigara tiryakisiymiş. Kaymakam tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı üç kez çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam: -Biseciii! Bise alırmısınız efendiii? Arkasında da bir deve, geviş getiriyor geve geve. Ne desin Kaymakam? - Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben? - Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz de... Hadi iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin yularını: - Biseciii! Bise alan, katran alan... Kaymakam kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi kendine içinden: Allah Allaaah! Bu saatte bise mi satılır be adam? Mübarek iftar vakti... Fesûbhanallah! çekmiş.
Bir müddet sonra tekrar Ladik'e gittiği zaman: - Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen mi Hacı Babam? diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa: - Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır'ı kovarsınız, ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız! demiş. Kaymakam şaşkınlık içinde: - Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa: - Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir Biseci geldi mi? - Geldi? - Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere bağlı mıydı, değil miydi? - Ben bu tiryaki kafasıyla nerden dikkat edecem ona Hacı Babam? - İçeceksen sen iç cigarayı oğlum! Cigara seni içmesin!... Hem sen nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi bekliyordun? Neyse... Gördün işte gayrı... Görmedim diyemezsin! Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de... demiş ve teselli etmiş Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama.... Kaymakam epey eyvah çekmiş tabiii.. Çölde Bir Mehmetçik
Ladikli Hacı Ahmed Ağa, 1389 Seferberliğinde cepheye gitti. Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme Meydan Muharebelerine katılarak kahramanca çarpıştı. Daha sonra; Makedonya'da, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan'da çeşitli cephelere katılan Ahmed Ağa, cepheden cepheye koştu.
Hacı Ahmed Ağa anlatıyor:
"-Şimdiki yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizler'ce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makinalı tüfeklerle taranıp bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düşerek şehid oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla'ma yönelmiş, O'na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; Esas birliğimize üç günlük yol, bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Tam bu sıralarda; Nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli bize erişti...
Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, Güneş’in vurduğu yerden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.
Atlı bize yaklaştı ve bana..: -Esselamüaleyküm..! Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım..! Diyerek ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım.. -Kalkmaya mecalim yok.. dedim. Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum. -Sana su vereyim mi? Deyip, su dolu bir matara verdi. Susuzluktan yanan bağrıma, o Vefa elinin verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim... kana kana..!
Mubarek Zat; Ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir aleme götürdü. Bana ne oldu ise; Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.!
Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu Zat’a..:
-Efendim sizi bir daha görecek miyim? dedim.
Mubarek Zat bana..: -Ahmet Ağa; Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz... dedi ve ilave etti..: -Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün, dersin. Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle..! dedi ve kayboldu.
Askerler bir sedyeyle gelip beni aldılar. Beni götürürlerken parola soruyorlardı; fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim bana inanmadılar..:
-O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik buraya 3 günlük yol. Nasıl geldin? Sen yalan söylüyorsun! dediler. Ben de : -Siz beni nöbetçi subayına götürün.. dedim. Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.
Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına; Birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Adam’ın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine...:
-Beni kurtaran kimsenin size selamı var..! deyince.. Subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı ve ..: -Nasıl oldu, bir daha anlat..!
Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişinde heyecanı daha da artıyordu. Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara:
-Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde böyle bir koku duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi kokuyor... dedi.
Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocam bir iki defa ve bana : -Ahmed, terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni bulacağım, merak etme!.. dedi, gitti.
Elhamdulillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiller, artık memleketim olan Ladik’e gelmiştim.
İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi beni günden güne benim sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum. Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.
Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, onbir tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi. Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular. -Yaa Rab..! Sen muhafaza eyle.! Diyerek , Rabbıma niyaz ettim.
Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki; Vücudumun bütün kılları , adeta elbisemden dışarı çıkmıştı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde birşey indi. Hemen kapışıp yediler ve birazını bırakıp gittiler. Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp; Acaba bir parça kalmış mı? Diye bakarken ufacık bir parça buldum. Hakikaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim..!
İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum ;çünkü; -Geleceğim... demişti. Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu... Tam oniki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.
İşte o günden sonra, hemen hemen hergün uğrar, lüzum eden ders ve malümatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatinden önce vardığım için de, üstadım beni çok sever memnun olurdu. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:48 pm | |
| Namusa Saldıran Erkeğin Cezası
Hüzeyl kabilesinden Medineli Hamele, devesine binmiş, kırda gidiyordu. İlerideki vahada koyunlarını otlatan Raşid’in kızı Es’ile’yi gördü. Es’ile, koyunları sürerken rüzgâr yüzündeki örtüyü sıyırmış, onun sahip olduğu fıtrî güzelliği gören Hamele, fikrini bozmaya niyet etmişti.
Sürüye yaklaşınca devesini çökertip dizlerinden bağladı, yalnız bulunan Es’ile’ye seslendi:
– Es’ile, beni reddetme. Seninle beraber olalım.
Es’ile’nin cevabı makuldü:
– Buradan derhal uzaklaş. İyi niyet sahibi isen babama müracaat et. Beni eş olarak iste. O seni reddetmez.
Fakat Hamele’de iyi niyet yoktu. Sadece geçici ve zevkli bir macera yaşamayı düşünüyordu. Es’ile’ye doğru yürüdü. Es’ile, başka çıkış yolu kalmadığını anlayınca bütün cesaret ve hiddetini toplayarak namusunu savunmaya karar verdi. Kapışmada çok sürmeden Hamele’yi yere yatıran Es’ile:
– Def olup gidecek misin, yoksa başını parçalayayım mı? dedi.
Hamele söz verdi. Hemen def olup gideceğini söyledi. Ne yazık ki yatırıldığı yerden kalkar kalkmaz hücumunu tekrarladı. Es’ile yine bir hamlede onu yere yatırdı. Hareketsiz hale getirerek teklifini tekrarladı.
– Buradan def olup gidecek misin, yoksa şu taşla başını parçalayayım mı?
Bu zor karşısında kesin söz veren Hamele, yine yakasını sıyırdı. Ne yazık ki, sözünde bu sefer de durmadı, yalnız bulduğu Es’ile’ye hücumunu tekrarladı. Es’ile güçlü ve hiddetliydi. Onu yere yıkıp göğsü üzerine çöktü. Başına yanındaki büyük bir taş parçasıyla öylesine vuruşlar vurdu ki, mütecaviz Hamele, artık yerinden kalkamaz, kalksa bile hücumunu tekrar edemez hale geldi.
Bundan sonra koyunlarını sürerek oradan uzaklaşan Es’ile, böylece şerefini korumuş, namusuna leke kondurmamıştı. Az sonra oradan geçen bir yolcu kafilesindeki Hüzeylliler Hamele’yi tanıdılar.
– Ne oldu sana böyle Hamele? dediler. Hamele:
– Sormayın, devem beni yere attı, düşünce böyle oldum, dedi.
– Deven burada dizlerinden bağlı, şu taşta da kan var, ayrıca başında da taşın açtığı yaralar görünüyor, deyince kızardı:
– Ne diyorsam öyle, daha ne inceliyorsunuz, beni deveme bindirip evime götürün, dedi.
Hamele’yi evine götürdüler. Birkaç gün yattıktan sonra iyi olma ümitleri kaybolmaya başladı. Kendisine sordular:
– Başına bu durum sebebiyle ölüm gelecek olursa kimi dava edelim, kan diyetini kimden isteyelim?
Titrek sesle açıkladı:
– Kanımdan, Es’ile’den başkası sorumlu değildir. Bu cümle, Hamele’nin son sözleriydi. Başı yana düşüverdi.
Hüzeyl ileri gelenleri toplanıp Resûlüllah’a geldiler:
– Oğlumuz Hamele’nin kanını, Raşid ödeyecektir. Dava ediyoruz.
Resûlüllah Hazretleri Raşid’i çağırttı.
Raşid’in asıl adı Zalim’di. Resûlüllah, İslâm’a girince Zalim ismini Raşid olarak değiştirmişti. Durumu anlayan Raşid:
– Benim öyle bir ölümden haberim yok. Ne gördüm, ne de işittim, deyince:
– Ya Resûlâllah, Raşid’in kendi değil, kızı Es’ile’dir katil, dediler.
Az sonra Es’ile yakalanarak getirildi.
– Es’ile, bak senin Hamele’yi öldürdüğünü iddia ediyorlar, ne dersin?
Es’ile dalgın, aynı zamanda tereddütlü idi. Sadece:
– Hiç kadın erkeği öldürebilir mi? diyebildi.
Ancak bu sözün gerçek bir müdafaa olmadığını hemen anladı. Sonra vahiy gelerek Allah’ın Resûlü’ne olayı haber vereceğini de düşündü. Hadiseyi aynen anlatmaya karar verdi.
– Üç defa üzerime yürüdü, iki defa yatırıp söz aldım. Defolup gideceğine söz verdi. Kurtulunca üçüncü defa üzerime geldi. Ben de şerefimi ve namusumu müdafaa için başını yaraladım, bana hücum edemez hale getirerek kaçıp kurtuldum. Sonra öğrendim ki, o yaralardan ölmüş.
Hüzeylliler hep birlikte bağrıştılar.
– Suçunu itiraf etmiştir, diyetimizi isteriz. Resûlüllah Hazretleri de kararını açıkladı:
– Es’ile namusunu müdafaa etmiştir. Mütecaviz Hamele de kanını heder etmiştir. Böylece dava bitmiş, diyet ortadan kalkmıştır. Hüzeylliler süklüm püklüm. Raşid ve Es’ile şen ve şatır, evlerine döndüler. Asr-ı Saadetten bir namusu koruma olayı böylece tarihe geçti, bize de ibretlerinize sunmak düştü. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:48 pm | |
| NAMAZ VE MİR'AÇ Malik bin Sa'saa r.a anlatıyor: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdular:
Ben Kâbe-i Muazama'da iki kişinin arasında uyku ile uyanıklık arasında yatmakta iken, içi îman ve hikmetle dolu, altından bir leğen getirdiler. Boğazımdan karnıma kadar göğsümü yardılar. Zemzem suyu ile yıkayıp, îman ve hikmetle doldurdular. Katırdan küçük merkepten ise büyük, burak denilen bir hayvan getirdiler. Cibril Aleyhisselâm ile beraber gittik.
Birinci kat semâya gelince:
-Kim o? denildi, Cibril a.s.: -Cebrâil, diye cevap verdi. -Yanındaki kim? denildi. Cebrâil de: -Muhammed, dedi. -Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? denildi. Cebrâil: -Evet, dedi. -Hoş geldi, O ne güzel bir misafirdir, denildi.
Bunu takiben Adem aleyhisselâma geldim, selâm verdim, -Hoş geldin, salih peygamber salih oğul! dedi. Ben: -Bu kim ey Cibril? diye sordum. O da: -Bu, Adem aleyhisselâmdır. Sağında ve solunda gördüğün bu kalabalıklar evlâdlarının ruhlarıdır. Sağındakiler cennetlik, solundakiler ise cehennemliklerdir. Bunun için sağına baktığı zaman gülüyor, soluna baktığı zaman ağlıyor, dedi.
Sonra ikinci semaya geldik.
-Kim o? denildi. Cebrâil: -Ben Cebrail, dedi. -Yanındaki kim? denildi. Cebrail: -Muhammed, dedi. -Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? denildi. Cebrail: -Evet, dedi. -Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi! denildi.
Bunu takiben Isa ile Yahya Peygamberlere rastladım. Her ikisi de: -Hoşgeldin kardeşimiz hoşgeldin ey peygamber! dediler.
Sonra, üçüncü kat semaya geldik.
-Kim o? denildi. -Cebrail, diye cevap verildi. -Yanındaki kim? diye soruldu. -Muhammed, diye cevap verildi. -Ona buraya gelme daveti gönderildi mi? diye soruldu. Cebrail: -Evet, dedi. -Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi, denildi.
Bunu müteakip Yusuf aleyhisselâm'a rastladım. Selâm verdim; -Hoş geldin kardeş ve Peygamber, dedi.
Sonra dördüncü semaya geldik.
-Kim o? denildi. -Cebrail, diye cevap verildi. -Yanındaki kim? diye soruldu. -Muhammed, diye cevap verildi. -Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? diye soruldu. -Evet, diye cevap verildi. -Hoş geldin, ne güzel misafir geldi! denildi.
Bunun takiben îdris aleyhisselâma rastladım. Selâm verdim. -Hoş geldin, kardeş ve Peygamber, dedi.
Sonra beşinci kat semaya geldik.
-Kim o? denildi. -Cebrail, diye cevap verildi. -Yanındaki kim? diye soruldu. -Muhammed,'diye cevap verildi. -Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi, denildi. -Evet, diye cevap verildi. -Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi, denildi.
Bunu müteakip Harun aleyhisselâma rastladık. Kendisine selâm verdim. -Hoşgeldin, kardeş ve Peygamber! dedi.
Sonra altıncı semaya geldik.
-Kim o? denildi. -Cibril, diye cevap verildi. -Yanındaki kim? diye soruldu. -Muhammed, denildi. . -Ona buraya gelme daveti gönderildi mi? diye soruldu. -Evet, denildi. - Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi! denildi.
Bunu takiben Musa aleyhisselâma rastladım ve selâm verdim. -Hoş geldin, kardeş ve Peygamber! dedi. Kendisinden ayrılınca ağlamaya başladı. Hazreti Allah tarafından kendisine: -Niye ağlıyorsun? diye soruldu. Musa aleyhisselâm: -Ey Rabbim, benden sonra Peygamber olan bu gencin ümmetinden cennete benim ümmetimden daha çok insanlar girecektir, bunun için ağlıyorum, dedi.
Sonra yedinci semaya geldik.
-Kim o? denildi. -Cibril, diye cevap verildi. -Yanındaki kim? diye soruldu. -Muhammed, diye cevap verildi. -Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? Hoş geldi, ne güzel misafir geldi! denildi.
Bunu takiben ibrahim aleyhisselâma rastladım. Selâm verdim. -Hoş geldin oğul ve Peygamber! dedi.
Hemen bana Beytü'l Mâmur gösterildi. Cibril'e sordum. O da: -Bu, Beytü'l Mâmur'dur. Her gün yetmiş bin melek orada namaz kılar ve çıkarlar. Çıkanlar da bir daha artık oraya dönmezler, dedi.
Bana Sidretü'l Müntehâ ağacı da gösterildi. Bir de baktım ki, bu ağacın meyveleri meşhur Hacer beldesinin büyük destileri, yaprakları da fillerin kulakları büyüklüğünde idi. Altından dört nehir akıyordu. Bunların ikisi bâtın, ikisi zahir idi. Cibril'e bu nehirleri sordum. O da: -Bâtın, yani içe ait iki nehir cennette, zahir yani dışa ait iki nehir de Nil ile Fırat'tır, dedi.
Sonra o kadar yükseğe çıkarıldım ki orada mukadderatı yazan kalemlerin sesini işitir oldum.
Sonra üzerime elli vakit namaz farz kılındı. Döndüm. Musa aleyhisselâma gelince, bana: -Ne oldu? diye sordu. -Üzerime elli vakit namaz farz kılındı, dedim. Musa aleyhisselâm: -Ben insanları senden daha iyi bilirim, israil Oğulları ile çok uğraştım. Senin ümmetinin bu elli vakit namaza gücü yetmez. Rabbine dön ve bu namazları azaltmasını niyaz et! dedi. Döndüm. Niyazda bulundum. Allahü Teâlâ bunları kırka indirdi. Sonra yine Musa aleyhisselâma geldim. Aynı şeyi söyledi. Döndüm. Allahü Teâlâ namazları otuza indirdi. Yine aynı şey tekrarlandı. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları yirmiye indirdi. Yine aynı şey oldu. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları ona indirdi. Yine Musa aleyhisselâma geldim, aynı şeyi söyledi. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları beş vakte indirdi. Yine Musa aleyhisselâma geldim. -Ne yaptın? dedi. -Allah namaz vakitlerini beş vakte indirdi, dedim. Musa aleyhisselâm yine gidip, daha da indirmesi için Allah'a niyaz etmemi söyledi ise de ben: -Hayır, razı oldum, dedim. Bunun üzerine Allah tarafından bir nida geldi. Farzım kesinleşmiştir. Kullarıma gereken kolaylığı yaptım. Her iyi amel karşılığında da on sevab vereceğim. | |
| | | Warrior Co Admin
Başarı Puanı Başarı Puanı: (45/258)
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi 2 Cuma Haz. 25, 2010 12:49 pm | |
| NAMAZDA VURULMAK Rasul-i Ekrem s.a.v.'in de hazır bulunduğu 'Zâtü'r-Rika' gazvesindeki bir çarpışmada, müslümanlardan biri müşrik bir adamın muharebe yerinde bulunan karısını öldürmüştü. Kadının kocası da misilleme olarak mutlaka bir müslüman öldürmeye yemin etmişti. Rasulullah s.a.v. ve arkadaşlarının peşinden onları izlemeye başladı. Allah Rasulü akşam üstü bir yerde konaklama hazırlığı yaptı ve yanındakilere sordu: - Bu gece istirahatimizde bize kim bekçilik yapacak? Muhacir ve Ensar'dan iki adam cevap verdiler: - Ya Rasulallah, biz sizler için nöbet tutarız. - Öyleyse şu vadinin giriş kısmında bekleyin. Bu iki gönüllü, Ammar b. Yâsir ile Abbâd b. Bişr idiler. Gece nöbetine duracakları sırada Ensar'dan olan Abbâd, Muhâcirler'den olan Ammar'a: - Gecenin hangi bölümünde nöbette olmamı istersin? diye sordu. O da: - Gecenini ilk bölümünde benim yerime sen bakıver, dedi. Bu karardan sonra Muhacir, kendi nöbeti gelinceye kadar arkadaşının yanına uzanıverdi. Nöbetteki Ensar da, vaktin değerlendirmek için gece namazına durdu.
Meğer karısı öldürülen müşrik herif de, o sırada yakınlardaydı. Namazda duran adamı farketti ve onun nöbette olduğunu anladı. Bir ok atıp sapladı ve atmaya devam etti. Nöbetçi sahabi üçüncü okla ağır yaralanmıştı. Derhal rükû ve secdeleri yapıp namazının tamamladı ve arkadaşını uyardı: - Kalk artık kalk! Ben yaralandım arkadaş, hareketten kesildim!.. Arkadaşı yerinden fırlayınca, okçu müşrik de korkup uzaklaştı. Yaralı arkadaşının durumunu gören Muhacir hayretle sordu: - Fesubhanallah! Sana ilk ok atılanca beni uyandırsaydın ya! - Okumakta olduğum bir surenin ortalarında idim. Onu kesmek istemedim. Eğer Rasulullah'ın bize verdiği nöbetçiliğe zarar gelmeyecek olsaydı, canım çıkasıya okuduğum sureyi kesmezdim. | |
| | | | Dini Hikayeler Arsivi 2 | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|