islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Asd10
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Asd10
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 islam fıkıh ansiklobedisi

Aşağa gitmek 
Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3
YazarMesaj
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:50 am

ANA-BABA VE DIĞER USULÜN GEÇİM MASRAFLARI Ana-baba yoksul düşer veya yaşlanıp çalışamaz
olursa, ilgi ve bakım yükümlülüğü çocuklara aittir.
Ayet-i kerimelerde şöyle buyurulur:
"Rabbin ancak kendisine ibadet etmenizi, bir de ana-babaya ihsanda
bulunmanızı emretti" (el-Isrâ, 17/23). "Bana ve ana-babana şükret"
(Lokmân, 31/14). "Ana-babana Islâm'a aykırı emirlerinde itaat etme.
Onlara dünyada ma'ruf şekilde dostluk göster" (Lokmân, 31/15).
Cabir b. Abdullah'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Hz. Peygamber
(s.a.s)'e babası ile birlikte bir adam geldi ve şöyle dedi:
"Ey Allah'ın elçisi! Benim kendime ait malım var; bir de malı olan babam
var. Babam benim malımı almak istiyor." Rasûl-i Ekrem (s.a.s) şöyle
buyurdu: "Sen ve malın babana aittir" (es-Serahsî, el-Mebsût, V,
222-229; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, IV, 30; Ibnül-Hümam, Fethul Kadir,
III, 349 vd.).
Ancak, ana-babaların çocukların malı üzerindeki bu mülkiyet hakkı,
yorumlanarak, onların fakîr ve muhtaç olmalarıyla sınırlandırılmıştır.
Çünkü miras ayetleri nâzil olunca ana ve babanın, ölen çocuklarının malı
üzerindeki hakları belirlenmiştir.
Ana-babanın çocuktan nafaka almalarının şartları şunlardır: Bunların
yoksul olması gerekir. Aksi halde ihtiyaçları kendi mallarından
karşılanır. Nafaka yükümlüsü olan çocuk veya torunun, bunu vermeğe
muktedir olması gerekir. Bu kudret ya zengin olmakla, ya da çalışıp
kazanmaya gücü yetmekle gerçekleşir.
Yakınlara nafakanın gerekli olması için şartlar şunlardır:
1.
Hısımın yoksul olması gerekir. Bu da ya malı olmamakla veya çalışmaya
gücü yetmemekle meydana gelir. Çalışmaya gücün yetmemesi yaş küçüklüğü,
yaşlılık, akıl hastalığı veya müzmin hastalık gibi nedenlerle olur.
Ancak ana-baba bundan müstesnadır. Çünkü bunlar sağlıklı ve güçlü olup
çalışmaya güçleri yetse de kendilerine nafaka desteği sağlanır. Bu
duruma göre, ana-baba ve eş dışındaki hısımlar zengin olur veya
çalışmaya gücü yeterse kendilerine nafaka gerekmez. Mâlikîlerce tercih
edilen görüşe göre ana-baba çalışmaya gücü yetince çocuklarından nafaka
talep edemez (el-Kâsânî, a.g.e., IV, 36, 37; Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr,
II, 923; eş-Şîrâzî, el-Muhezzeb, II, 167; eş-Şirbînî, Muğnîl-muhtaç,
III, 448; Ibn Kudâme, el-Muğnî, VII, 595; Ibnül-Hümâm, a.g.e., III,
347).
2. Nafaka yükümlüsünün gerek zenginlik ve gerekse çalışıp kazanmaya güç
yetirmesi bakımından yoksul hısımının geçimini sağlayacak durumda olması
gerekir. Ancak baba ve eş, bunun istisnasıdır. Bir erkek yoksul da olsa
ebeveynine ve eşine bakmakla yükümlüdür. Mâlikîlere göre yoksul çocuk,
çalışıp kazanmaya gücü yetse bile ana babasına nafaka vermesi gerekmez.
Câbir (r.a)'in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz
yoksul düşerse, önce kendi ihtiyaçlarını karşılasın. Bundan artarsa aile
fertlerinin ihtiyacına sarfetsin, yine artarsa diğer hısımlarına
harcasın" (Ebû Dâvud, Itâk, 9; Nesâî, Büyû', 84; Ahmed b. Hanbel, III,
205).
3. Geçimi sağlanacak kimsenin nesep hısımı olması gerekir. Ancak karı ve
mülk ilişkisine dayanan câriye bu kuralın dışındadır.
Hanefilere göre nafaka yükümlüsünün, nafaka vereceği kimseye mirasçı
olacak derecede nesep hısımı olması gerekir. Delil şu âyettir:" ... Ne
bir anne çocuğu yüzünden, ne de çocuk kendisinin olan bir baba çocuğu
sebebiyle zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen de bunun gibidir"
(el-Bakara, 2/233). Bu âyete göre, ana-baba ile çocuklar arasındaki bir
takım hak ve yükümlülükler diğer mirasçılar arasında da söz konusu olur.
Bu, gerektiğinde geçim masraflarını da kapsamına alır.
Din Ayrılığının Nafakaya Etkisi: Kadın itaatsiz veya mürted olmadığı
sürece eşler arasındaki din ayrılığı kadının nafaka alma hakkına engel
olmaz. Diğer hısımlar arasındaki nafaka yükümlülüğüne gelince;
Hanefilere göre, usûlün, fürûun ve eşin nafakasında din birliği şart
değildir. Bu üç sınıfın dışındakiler için ise din birliği şarttır. Çünkü
müslümanla gayrı müslim arasında miras cereyan etmez (bk. "Miras"
mad.). Buna göre, karı, ana, baba, dedeler, nineler, çocuk ve torunlar
dışındaki hısımlara din ayrılığı bulununca nafaka gerekmez. Karının
nafakası onu evde hapsetme karşılığıdır. Bunun dışındaki usûl ve fürûun
nafakası ise "biri diğerinin cüz'ü olması" esasına dayanır. Bir kimsenin
parçası kendisi gibidir. Küfrü sebebiyle kendi geçimini sağlamaktan
kaçınamadığı gibi, kendi parçası olan usûl ve fürûunun geçimini
sağlamaktan da kaçınamaz. Ancak bu hısımlar harbi durumda olurlarsa
pasaportlu yabancı bile olsalar, bunların nafakası müslümana vacib
olmaz. Çünkü müminler, din konusunda kendileriyle savaş halinde olanlara
iyilik yapmaktan nehyolunmuşlardır.
Başkasının geçimini sağlamanın sebebi, ihtiyaçtır. Ihtiyacı olmayanın
geçimini sağlamak gerekmez. Malı olanın geçim masrafları kendi malından
karşılanır. Yaşı küçük veya büyük olsun hüküm değişmez. Ancak hanım
bundan müstesnadır. Eş, zengin de olsa geçim masrafları kocasına aittir.
Çünkü karıya nafaka vermenin sebebi "ihtiyaç" değil, onun kocanın bir
hakkı olarak evde "tutulması"dır.
Nafaka için hâkim kararı gerekir mi? :
Usûl ve fürûun nafakası hâkimin kararına bağlı olmaksızın vacib olur.
Ancak küçüğe ait gaib bir mal olur ve babası geçim masrafları için bu
mala rücû etmek isterse bunun için hâkim kararı veya iki kişiyi şahit
tutması gerekir. Eğer hâkimin izni olmadan veya şahit de tutmadan masraf
yapsa küçüğün malına kazâen rücû edemez. Allah ile kendi arasında olmak
üzere "diyâneten" rücû edebilir.
Usûl ve fürû dışındaki hısımların nafakası ancak hâkim kararı veya
karşılıklı rıza ile sabit olur. Bunun sebebi, bu hısımların nafakası
konusunda müctehidler arasında görüş ayrılığının bulunmasıdır
(el-Kâsânî, a.g.e., IV, 22, 25; Ibnül-Hümâm, a.g.e., III, 238; Ibn
Âbidîn, a.g.e., II, 906).
Karının Nafakasını Düşüren Haller: 1. Nafaka vacib olup, hâkimin kararı
veya karşılıklı rıza ile zimmette borç halini almadıkça geçen süreye ait
nafaka düşer. Mâlikîlere göre geçen süreye ait nafaka düşmez. Kadın
kocasına geçmiş günlere ait nafaka için de rücû edebilir.
2. Geçmiş günlere ait ibra, nafakayı düşürür. Ancak Hanefîlere göre
geleceğe ait nafakadan ibra veya hibe geçerli değildir. Çünkü kadının
nafakası evde tutulma karşılığı olarak zaman geçtikçe parça parça
gerekli olur. Geleceğe ait ibra, henüz vacib olmadan düşürme anlamına
gelir ki geçerli olmaz.
3. Eşlerden Birisinin Ölümü: Koca nafakayı vermeden ölse, kadın bunu
onun malından alamaz. Kadın ölürse, mirasçılar da bunu talep edemez. 4.
Kadının itaatsızlığı. Kadının kocasının meşrû isteklerine itaat etmemesi
ve özürsüz yere evi terketmesi halinde kocanın nafaka yükümlülüğü
düşer.
5. Kadının dinden çıkması. Kadın irtidâd edince kocasının nafaka
yükümlülüğü düşer. Çünkü bu durumda kadının cinsel yönlerinden
yararlanmak da caiz olmaz. Yeniden Islâm'a dönünce nafaka hakkıda doğar.
6. Kadının ma'siyet yoluyla sebep olduğu ayrılık nafaka hakkını düşürür.
Meselâ; onun irtidadı veya kocası Islâm'a girdiği halde onun küfürde
devam etmesi veya üvey oğlu ile cinsel ilişki kurması gibi. Bütün bu
durumlarda onun nafaka hakkıdüşer; çünkü günah işleme yoluyla
evlilikteki "cinsel yararlanma" esasını kaldırmıştır. Bu yüzden
"itaatsiz (nâşize)" durumuna düşer. Ancak onun sadece evde oturma
hakkıdevam eder. Çünkü bu hak günah işlemekle düşmez.
Ayrılık günah işleme yoluyla olmamışsa nafaka hakkıdüşmez. Büluğ
muhayyerliği, kefâetin yokluğu ve üvey oğlu ile zorlama sonucu cinsel
ilişki kurma gibi. Çünkü o, bu konularda şer'an özürlü sayılır.
Koca tarafından meydana getirilen ayrılık, ma'siyet yoluyla olsun veya
olmasın nafaka hakkını düşürmez (bk. el-Kâsânî, IV, 22, 29 vd.;
Ibnül-Hümâm, a.g.e., III, 322 vd.; Ibn Âbidîn, a.g.e., II, 889-892; Ibn
Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, II, 54; eŞ-Şîrâzî,
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:50 am

ANNE BEDDUASI
Bir kız Islâmî konularda annesini uyarsa, annesi de ona beddua etse
durum ne olur? Annesinin bedduası tutar mı Uyarmasına hoşnutsuzluk
göstermiyorsa, uyarılarına; daha okşayıcı, sevdirici, ve etkili
yöntemlerle devam etmelidir. Allah (c.c.) tebligde en güzel yöntemin
kullanılmasını (K.K. Isrâ 17/125), yumuşak söz söylenmesini (K. K. Tâ-hâ
20/44) emreder ve Rasûlüne de "Eğer sen sert ve kaba davransaydın
etrafından dağılıp giderlerdi..." (K.K. Âli-Imrân 3/159) buyurur Onun
Rasûlü de: "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin..." (Buhârî, Megâzî 60, ahkâm
23; Müslim, esribe 71; Dârimî, mukaddime 24) buyurur. Dâvet yapılan
Ebeveyn olunca, durum elbette daha çok nezâket ister, Çünkü onlar
hakkında Allah (c.c.) "Dünyada onlarla iyi geçin..." (K.K. Lokman 31/15)
buyurmuştur. Uyarısından hoşlanmıyorsa, bir defa uyarır, kabul
etmezlerse artık uyarmaz ve onlar için dua ve istigfar eder. (Ibn Âbidîn
VI/78) Beddua etmelerine gelince; Allah-hâşâ- kimsenin emir kulu
değildir. Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, haksız yere yapılan bir
bedduanın (lânetin) onu yapana döneceğini haber vermiştir. (Tirmizî,
birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45) Dolayısıyle haksız beddualardan endîşe
etmemek gerekir...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:50 am

ANNE RIZASI VE UMRE Annemin bir milyon lira civarında parası var Hacca gitmek
istiyor, ama babam götürmüyor. Hiç olmazsa umre yapayım diyor. Ben de o
parayı Islâm için harcamasının çok daha fazla sevap olacağını
söylüyorum, o da bana itimat ediyor. Bu durumda ne yapmalıyız? Bir de
bir "alt üst" inancı var. Önce altımı üstümü ver. Sonra infak et diyor.
Bunun aslı nedir?
Anlaşılan annenize hac farzolmuş değil. Çünkü bilindiği gibi, hacca
gidecek kadının, refakatçi mahreminin masraflarını da kendisi ödemesi
gerekir. Buna göre bir milyon lira, değil iki kişiyi, bir kişiyi dahi
hacca götürmez. O parayı dediğiniz şekilde harcamakla daha çok sevap
alacağı kanaatiniz; hele de inancın boğulmak istendigi ve her yani küfür
ateşinin sardığı günümüzde, Allah'u a'lem, doğrudur. Ama ortada bir
anne evlat münasebeti vardır. Evladına olan şefkat dolu sevgisi onun
kalbine galip geldiğinden böyle söylemiş olabilir. Günümüz Anadolu
kadını bir umreden çok daha fazla şeyler haketmiştir. Genellikle
ezilmiştir. Erkeğin yapacağı işleri yapmıştır. Bunları hesaba katarak,
anne bulunduğunu ve diğer mezheplerde umrenin de hac gibi bir defa farz
olduğunu düşünerek, sanırım genel bir fetva değil ama, böyle özel bir
durumda onu umreye götürmeniz de çok güzel olur. Haccını yapmış
olanların ve bir defadan sonra umreye gideceklerin yapacağı umre için
sizin söylediğiniz doğru olur ve daha rahat uygulanır. (Allah'u alem)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:50 am

ANNE VE BABAYA ZEKAT VERİLİR Mİ? Zekat, ancak Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiş olan
kimselere verilir. Binaenaleyh anne ile babanın maddi durumları müsait
olsa tabi'atıyla onlara zekat verilmez. Maddi durumları müsait olmasa
nafakaları zengin evladına aittir. Hanefi mezhebinde ise evlatları
zengin iseler onların zekatını alamazlarsa da başkasının zekatını
alabilirler. Hülasa: Hiç bir surette ne fürü usulüne. Ne de usul
füru'una zekat verebilir. Ancak Şafii mezhebinde sırf borcu kapatmak
için usul ve füru birbirine zekat verebilir. Damad kayın babasına, kayın
baba damadına zekat verebilir. Bu hususta bir beis yoktur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:50 am

ANNENİN ÇOCUĞUNU EMZİRME ZORUNLULUĞU Kadının hak ve görevleri açıklandığında, Çocuk
emzirme ve ev süpürme ile dahî görevli olmadığı söylenir. Peki süt
annelerin hem kendi çocuklarını, hem de başkalarınkini emzirmeleri nasıl
mümkün olacaktır?
Meselenin esasını anlamak için, Bakara Sûresindeki konuyla ilgili âyet-i
kerimenin mealine bir göz atalım: "Anneler çocuklarını emzirmeyi
tamamlamak isteyenler için iki bütün yıl emzirirler. Evlât kendisine ait
olan babaya da, emzirenlerin yiyecekleri, giyecekleri uygun ölçüde bir
borçtur. Gerçi herkes gücüne göre sorumlu tutulur. Ne bir anaya yavrusu
ile, ne de bir babaya yavrusu ile zarar verilmemelidir. Vârise düşen de
aynı borçtur. Eğer baba ve ana karşılıklı rıza ve müsavere ile çocuğu
memeden kesmek isterlerse, kendilerine bir günah yoktur. Eğer
çocuklarınızı başkasına emzirtmek isterseniz, vereceğinizi güzel güzel
verdikten sonra yine size günah yoktur. Allah'dan da korkun ve bilin ki,
Allah ne yaparsanız görür, basîr'dir." (2/233)
Bu âyet, emzirme ile alâkalı olarak bir çok hüküm ihtiva eder: a.
Emzirmenin en uzun müddeti iki yıldır. Ondan sonraki emzirme ile süt
akrabalığı oluşmaz. b. Hâmileligin en az süresi altı aydır. (Çünkü bir
başka âyette de "Gebelik ve sütten ayırma otuz aydır" buyruluyor (46/15)
emzirme süresi olan yirmidört ayı bundan çıktığımızda altı ay kalır.)
c. Çocuk babaya nisbet edilir. d. Emzirme ücreti babanın üzerinedir.
Demek ki, anne, çocuğu baba adına emzirir, yani emzirme zorunlulugu
yoktur. e. Baba bu konuda anneye baskı yapamayacağı gibi, anne de
babanın çâresiz kalması halinde ona kazan kaldıramaz. f. Babanın ölmesi
halinde varisleri, onun çocuğunu emzirene karşı aynı nafaka borcu ile
mükelleftirler. g. Anne çocuğunu emzirmek isterse, baba onu ayırıp süt
anneye vermez. h. Iki yıldan önce de çocuk, anne babanın karşılıklı
anlaşma ve kararlan ile sütten kesilebilir. Yani emzirmenin zorunlu en
az süresi yoktur... Daha bir çok ahkâm ve faydalı bilgi, bu ilginç üslup
ve muhtevali âyet-i kerimeden çıkarılmıştır. Imdi Hanefiler derler ki:
Bir başka âyette de: "Eğer zorlanırsanız onu bir başkası emzirir, eğer
sizin için emzirirlerse, emzirenlerin ücretlerini verin" (Talak 65/6)
buyurulduğuna göre, annelerin emzirme zorunluluğu yoktur. ( Cessâs,
N/104) Anne emzirmek isterse, babanın buna mani olup, başka anne bulması
câiz değildir. (Cessâs, N/105,106) Çünkü bunda anneye çocuğuyla zarar
verme vardır. Halbuki bu, âyetle yasaklanmıştır. Emzirme süresi
içerisinde çocuğun, annesinden, başkasının memesini almaması, babanın ve
çocuğun malı bulunmaması, babanın süt anne bulamaması gibi durumlarla
emzirici olarak annenin belirlenmiş olması dışında, babanın onu zorlama
hakkı, hukuken (kazaen) yoktur. (ibn Âbidîn NI/212, 559, 618; Kasânî,
Bedâyî IV/40) Yalnız babanın süt anne bulamaması halinde bile, havyan
sütü, yag, mama vs. ile bakabileceği için anne yine mecbur edilemez
diyenler de vardır. ( ibn Âbidîn NI/618) Ancak mezkur âyet-i kerimenin
üslûbu ve bu konunun çeşitli yönlerini örfe bırakması göz önünde
bulundurulduğunda, hukuken olmasa dahî, annenin çocuğunu diyaneten
(Allah indinde) emzirme zorunluluğu vardır denmiştir. (Âbidîn NI/211)
Çünkü evin her türlü ihtiyacı ve dış yükü erkeğin omuzları üzerindedir.
Kadının emzirmek istememesi, olsa olsa sıkıntı çekmemek ve fizikî
formasyonunu bozulmaktan korumak için olabilir. Bu ise, daha çok
kocasını ilgilendirir. Eğer o da böyle istiyorsa, zaten anlaşılır ve süt
anneyi beraberce bulurlar. Istemiyorsa, anne için pek mazeret
kalmamıştır. Ama yine de kanun onu buna zorlayamaz.Bu konudaki Hanefî
görüşü, aynı zamanda cumhûrun (fıkıhçılar çoğunluğunun) da görüşüdür.
(Sabûnî Âyâtü'l-ahkâm I/353) Mâliki'lerde kadın eş olduğu sürece ve
başkasının kabul etmemesi halinde, emzirme annenin görevidir.
(Ibnü'I-Arabi, Ayâtü'I-ahkâm I/204) Ama bâin talakla ayrılan kadının
görevi değildir. Bu durumda babanın görevidir. Ancak kadın kendisi
emzirmek isterse, o bu iş için önceliklidir ve emzirmesi karşılığında
ecr-i misil hak eder. (Sabûnî, age. I/353) Keza kadın kocanın nikâhında
olduğu sürece, baba onun sadece kendisine ait kalması için, çocuğu başka
bir anneye emzirtmek isterse bu câizdir. Çocuk da süt anneyi kabul
ediyorsa (emiyorsa) annenin onu kendi emzirmekte israr etmesi câiz
olmaz. Çünkü bunda babaya zarar vardır. Özellikle de kadın tekrar hâmile
kalmışsa bu böyledir. Bu iki sebep, annenin çocuğunu süt anneye teslim
etmesini gerektirir. Çünkü âyetin emzirmeyi kadına hak olarak da görev
olarak da vermiş olması muhtemeldir. (Ibnü'I-Arabî age. 4/204) Ancak
Imam Mâlik, soylu kadınların emzirmek istememeleri halinde, maslahata
binaen emzirme zorunlulukları yoktur, der. Babanın süt anne tutmaya
maddî gücü yeterli değilse; emzirme masraflarını devlet hazînesi
(beytü'l-mâl) karşılar, diyenler de vardır. (Kurtubî, IV/161)
Şâfiîler de, çocuğu babanın başkasına emzirtmek istemesi halinde,
kadının buna karşı çıkamayacağını çünkü bunun erkeğin kadından
yararlanma hakkına kısmen engel olacağını söylerler. Hanbelîler ise,
Hanefiler ile hemen hemen aynı görüştedirler. (ibn Kudâme, el-Mugnî
VN/627-28)
Bu konuda ayrıca şunları da söylemek, ya da söylendiğini duyurmak
gerekir:
Hangi görüşte olunursa olunsun, anne, ilk ağız sütünü çocuğa vermemezlik
edemez. Bu süt çocuk için hayatı önem taşır. Ondan sonra emzirmeyi
reddebilir.(ibn Kesîr I/418)
Âyette: "Ne bir anaya yavrusu ile, ne de bir babaya yavrusu ile zarar
verilsin" deniyor. Babaya zarar verilmesi, annenin ona serkeşlik etmesi,
siddet kullanması, nafaka ve giyim konusunda haksız isteklerde
bulunması, çocuk konusunda ihmalkârlık yaparak onu sıkıntıya sokması,
çocuk kendisine alistiktan sonra gidip süt anne bulmasm istemesi vb.
şeylerle olur. Anneye zarar verilmesi ise, onun nafaka ve elbisesi
konusunda babanın üzerine düşenden kişinti yapması, onu emzirmeye
zorlaması, kendi emzirmek istiyorsa alıp başkasına vermek istemesi gibi
şeylerle olur. (ZeMahşerî, Kessâf I/370; Ayrıca bk. Suyûtî, iklîl 57;
Venhe ez Zuhaylî VN/733 vd.) Âyetin muhtevasina göre bunların
yapılmaması gerekir.
Süt annelere gelince, karşılıklı :rızaya dayanan bir ücret akdi ile
emzirecekleri için, herhangi bir zorunlulukları yoktur. Istemezlerse
emzirmezler. Sütleri kendi çocuklarına fazla geldiği, kendi çocuklarını
sütten erken kestikleri, ölmüş olabilecekleri ihtimalleri düşünürsek,
süt annelik yapmanın o kadar zor olmadığını görürüz. Ayrıca günümüzde bu
uygulamanın hemen hemen hiç yapılmadığını da hesaba katarsak, günümüz
örfüne göre annelerin çocuklarını diyaneten (Allah indinde) emzirmek
zorunda olduklarını söyleyebiliriz.Ancak bu müessesenin çok faydalı
yönlerinin olduğunu da bilmemiz gerekir. Süt emmenin de Islâmda bir
akrabalık sebebi olduğunu düşünürsek, bu yolla akrabalık çemberi
genişlemis ve sosyal dayanışmaya katkıda bulunulmus olur. Fakir anneler
için hem güzel bir. is sahası açılmış hem de istikbalının garantisi
olacak akrabaları çogalmış olur. Fizikî formasyonuna önem veren
kadınlar, onu bozmadan, yıpranmadan hem çocuk sahibi olmuş, hem de
başkasına iş temin etmiş olurlar. Bunu, bir kadının (ya da erkeğin)
aaafi için diğerinin sömürülmesi gibi gayr-i insanî bir uygulama olarak
görmek isabetsiz olur. Çünkü bir defa bu fitrî ve en iyi olan uygulama
değildir. Annelerin çocuklarını bizzat kendilerinin emzirmeleri
menduptur. Çünkü çocuğun, gıda kadar anne şefkatine de ihtiyacı vardır.
(Sabûnî age I/353) Sonra bunu gayr-i insanî görüp uygulamamanın hiç bir
insanî sonucu yoktur. Anne istediği formasyonunu kaybedecek, süt anne de
alacağı ücreti kaçıracaktır. Belki de bunun onur kırıcı olmaması için,
Islâm ona da aynı zamanda bir annelik pâyesi vermektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:51 am

ARÂZÎ İslam'ın
çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için farklı uygulamalar
görülmüş ve bunlar hukukî statülerine göre çeşitli isimler almıştır.
Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar
arasındadır. Yine mîrî arazinın kullanım şekillerinden olan tımar,
zeâmet ve has daha sonraki devirlerin arazi çeşitlerindendir. Islâm'da
arazi uygulamasının menşe ve delillerine göz attıktan sonra bu arazi
çeşitlerini açıklayacağız. Bir belde arazilerinin statüsü, başlangıçta
fethedilme şekline göre belirlenir.
Kendileriyle savaş yapılan düşman Islâm'ı kabul ederse mallarını ve
canlarını korumuş olur. Savaş yapılmaksızın müslüman olan toplumlar
hakkında da hüküm böyledir. Hadis-i Şeriflerde şöyle buyurulur: "Bir
kavim, bir topluluk müslüman oldukları zaman canlarını ve mallarını
korumuş olurlar. " "Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da
onun malikidir." (Ebû Ubeyd, Kitâbü'l Emvâl, Kahire 1968, s. 397; Ebû
Dâvud, Bâbu Iktaı'l-Ardıyn, III, 234, No: 1067). Bu hüküm menkul ve
gayrı menkul bütün mallar hakkında geçerlidir. Imam Ebû Yusuf bu çeşit
toprakların, Islâm'a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür
arazisi olacağı kânaatindedir. (Kitabü'l-Harâc, s. 74, 75)
Düşman, Islâm'a girmeyip de toprakları sulh yoluyla fethedilmişse,
anlaşma şartlarına uyulur. Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "Ileride
siz bir toplulukla savaşacaksınız, savaştığınız bu kimseler, bazı
durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini
koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır. Bu takdirde
onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında birşey istemeyiniz,
almayınız. Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebû Dâvud, ibn Mâce, Ebû
Uheyd, a.g.e., s. 210). Bu şekilde. gayrı müslim malıklerinin elinde
kalacak olan araziler "Harac arazisi" olur. Hz. Peygamber Necran, Eyle,
Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından anlaşma yaptığı kabileleri
mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada
kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir. Hz. Ömer
devrinde. Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların
herbirine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan
boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden
istenmiştir (Kitabü'lEmvâl, s. 274; Kitâbü'l-Harâc, s. 75).
Düşman toprakları zorla fethedilmişse, Islâm devlet başkanı bu topraklar
ile ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:
a) Topraklar
eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk Islâm'a girince bunlar
öşür arazisi olur. Hz. Peygamber'in Mekke arazileri için uygulaması bu
yolda olmuştur.
b) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dördü gazılere, beşte biri
beytü'l mâle* bırakılır. (el-Enfal, 8/41) Böylece bu topraklar onların
mülkü ve öşür arazisi olur. Hz. Peygamber zorla fethedilen Hayber
arazisini eski sahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördünü bu
gazveye katılan gazılere, beşte birini ise beytü'l-mâl'e tahsis
etmiştir.
c) Hz. Ömer'in ilk olarak Suriye ve Irak toprakları için tuttuğu yol,
daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel
kaide olmuştur. Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Zübeyr,
Abdurrahman b. Avf ve Bilal ile aynı görüşü paylaşan bir grup sahabi, bu
toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah (s.a.s)'ın Hayber
topraklarını dağıttığı gibi dağıtılmasını istediler. Halife Hz. Ömer bu
teklifi kabul etmedi. Muaz b. Cebel ve Hz. Ali gibi sahabe büyükleri de
Hz. Ömer'i destekledi .
Hz. Muaz şöyle diyordu "Müminlerin emiri! Bu toprakları
gazılere dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar. Toprakların büyük
kısmı müslümanların eline geçer. Sonra, bu toprak sahipleri zamanla
ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır. Onun için
bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da
faydalanmasını sağlayacak bir statü ver." Hz. Ali de şöyle diyordu: "Bu
toprakların sahiplerini topraklarında bırak ki, müslümanlara yardımcı
olsunlar." (Kitâbü'l-Emvâl, s. 83-85, No: 152-153) Hz. Ömer de, "Bu
toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Sonra,
taksim edersem sular yüzünden aranızın bozulmasından da korkarım"
demiştir (Kitâbü'l-Emvâl, s. 85). Müzakereler sonucunda Ensar'ın ileri
gelenlerinden on kişi şûrâ için çağrıldı. Şûrâ, Hz. Ömer'i dinledikten
ve işi müzâkere ettikten sonra, Hz. Ömer'in ictihadına uydu. Yani bu
bölgelerin arazileri, gayr-i müslim olan eski malıklerinin elinde
bırakıldı. Kendilerine arazileri için haraç vergisi, şahısları için de
cizye bağlandı. Böylece bu topraklar haraç arazisi statüsüne girdi (M.
el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-Islâmî;, Mısır 1964, s. 124-126) Hz.
Ömer'in bu uygulamasıyla arazilerin geliri müslümanlar için harcanacak
şekilde bir statüye kavuşturuldu. Islam devlet başkanı artık bu
nitelikteki toprakları zımmîlerin elinden geri alamaz, kendilerine
haracın dışında topraktan dolayı güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet
yükleyemez (Kitabü'l-Harâc, s. 75).
Osmanlılarda araziler, İslam'ın ilk yıllarındaki bu uygulamaların
ışığında: Mülk, mîrî, vakıf, metrûk ve mevat (ölü) kısımlarına ayrılmış
ayrıca mîri arazi üzerinde hâs, tımar ve zeâmet uygulamaları olmuştur.
Şimdi bunları kısaca açıklayalım:
Mülk arazi (arazi-i memlûke):
Bu kısım araziler ferâiz hükümlerine tabidir. Şu araziler bu
kabıldendir:
Kõy ve kasaba içlerinde bulunan arsalarla, köy ve kasabaların
kenarlarında bulunup da meskenlerin mütemmimi sayılan en çok yarım dönüm
yerler.
Mîrî araziden ifraz edilerek, şer'i müsaadeye mebnî, mülk olarak
tasarruf olunmak üzere temlik edilen araziler .
Öşür arazisi:
fetih sırasında, gazılere ganîmet olarak dağıtılıp temlik olunan
arazilerdir.
Haraç arazisi:
fetih sırasında gayrı müslim olan yerlilerin ellerinde bırakılan
arazilerdir (Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 389; H. 1274
Tarihli Arazi Kanunu, madde 2).
Mîrî arazi:
Kuru mülkiyeti (rakabesi) beytülmâle ait olup, ihale ve tefvîzi devlet
tarafından yürütülen tarla, çayır, yayla, kışlak ve korularla, bağ,
bahçe, değirmen, ağıl, çiftlik ve mandıra zeminleri gibi yerlerdir. Bu
çeşit araziye arz-ı memleket de denir. Bunların ortaya çıkışı şöyle
olur: Bir ülke müslümanlar tarafından fethedilince arazileri kimseye
verilmeyip beytü'l-mâl için alıkonulan veya fetih zamanında ne şekilde
işlem yapıldığı bilinmeyen, yahut mülk araziden yani öşür ve haraç
arazisi iken malıklerinin mirasçı bırakmaksızın ölümüyle devlete geçen
ve yine mülk arazi iken zamanın geçmeşiyle malıkleri meçhul kalan, yahut
rakabe (kuru mülkiyeti) ve mülkiyeti devlette kalmak üzere ihya olunan
araziler miri arazidır. Yine tımar ve zeâmet sahiplerinin ve bir aralık
mülaaaim ve muhassılların izin ve tefviziyle tasarruf olunurken, tımar
ve zeâmetlerin hicri 1255 tarihinde lağvedilmesi üzerine devlet
tarafından, bu iş için yetkili kılınan kimselerin izin ve tefvizleriyle
tasarruf olunup, mutaşarrıflarının ellerine tapu senedi verilen araziler
de bu statüye bağlıdır. Bu çeşit arazilerin varislere intikali devletin
çıkaracağı arazi kanunlarına göre olur (Bilmen, a.g.e., V, 389; A.H.
Berkî;, Miras ve Tatbikat, Istanbul 1947, s. 107; Ali Şafak, Islâm Arazi
Hukuku, Istanbul 1977)
Vakıf arazisi:
Islâm'da gayrı menkuller, geliri Islâm'a uygun bir amaç için sarfedilmek
üzere vakfedilebilir. Iki kısma ayrılır: Sahih ve gayr-i sahih vakıf.
Birincisi önce mülk arazi iken. Islâm hukuku esaslarına uygun olarak
vakfedilen arazidır. Bu çeşit vakfın rakabe ve diğer bütün tasarruf
hakları, vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır. Gayr-i sahih vakıf
ise önce mirî arazi iken ifraz sûretiyle bizzat devlet başkanı veya
onun yetkili kıldığı kimseler tarafından vakfedilmiş arazidır. Bunlara,
"irsâd ve tahsisat kabılinden vakıf" da denilir.
Metrûk (terkedilmiş) arazi:
Bu arazi türü de iki kısımdır. Birincisi, herkesin yararlanması için
terkedilen yerler. Umuma açık meralar, yaylak ve kışlaklar gibi.
Ikincisi bir köy, kasaba veya komşu köy ve kasabaların halkına terk ve
tahsis edilen yerler, yollar, pazarlar, panayır ve namazgahlar gibi.
Bunlara âmme hukuku taalluk ettiğinden şahıslara intikal etmezler. Bu
gibi yerlerde ne feraiz ve ne de intikal kanunları uygulanmaz.
Mevât (ölü) arazi:
Hiç kimsenin mülk ve tasarrufunda bulunmayan, hiç kimseye tahsis
edilmemiş olan, kendi hâline terkedilmiş ve bir şehrin en son
banliyösündeki evden yüksek sesli bir kimsenin sesinin bağırmasıyla
sesinin işitilemediği noktadan itibaren başlayan arazilerdir. Bu mesafe
genellikle bir insanın normal bir yürüyüşü ile şehirden yarım saat sonra
başlayan noktadır. Bu noktadan sonraki yerler de mevât arazî olarak
kabul edilmiştir. Bu arazîleri mulk edinebilmek için dört şart gerekir:
1-Arâzî hiç kimsenin mülkiyetinde olmamalı,
2-Arâzî bir köy veya kaŞabanın meralığı veya baltalığı olmamalı,
3-Arazî tamamen boş yani hiç işlenmemiş olmalı,
4-Arazî şehirden uzak olmalıdır. Bu uzaklık miktarı da yukarıdaki
tarifte açıklandığı gibidir.
Şer'i müsaadeye dayanılarak bir kimseye temlik edilen ölü arazi
hakkında, Islâm miras hukuku hükümleri uygulanır. Bir kimse böyle bir
araziyi ihya edip mülkiyetine geçirmiş, hakkında İslam'ın genel arazi
kanunu hükümleri geçerlidir.
1274 Hicrî; Tarihli Arazi Kanunu 103'ncü madde
"Tapu ile kimsenin tasarrufunda olmayan, eskiden beri köy ve kasabalar
halkına tahsis kılınmayan ve yerleşme merkezinin en kenar yerinden
(aksâ-yı umrân), yüksek sesli bir kimsenin, sesi işitilmeyecek derecede
kõy ve kasabalara uzak bulunan kûhi, taşlık, kıraç, pınarlık ve otlak
gibi hâli yerler ölü arazi olup, bu gibi yerlerden birini zarureti olan
kimse, rakabesi beytü'l-mâl'e ait olmak üzere, meccânen, yetkili memurun
izniyle yeniden yer açıp tarla edinebilir. Diğer ekilip biçilen
araziler hakkında şer'i olan kanun hükümleri bu gibi yerlerde de
caridir."
Yukarıdaki arazi çeşitlerinden öşür ve haraç arazileri, sahiplerinin
mülkü olup; bunlarda tasarruf, tevarüs, intikal ve diğer hükümler fıkıh
kitaplarına göre cereyan eder. Miras konusunda ferâiz hükümleri
uygulanır. Ayrıca bir arazi kanunu çıkarılmasına ihtiyaç görülmez. Fakat
rakabesi (kuru mülkiyeti) beytü'l-mâl'de alıkonulan mîrî arazinın
tasarrufu ve intikal durumu ile diğer hükümleri, beytü'l-mâl için
görülecek menfaat ve maslahata göre devlet başkanı tarafından tanzim
edilmesi gerektiğinden, bu çeşit araziler hakkında uygulanmak üzere
zaman zaman arazi kanunları çıkartılmıştır. Ilk arazi kanunu 761 Hicrî
tarihinde Osmanlı hükümdarı 1. Murat dâvendigâr tarafından çıkarılmış,
bunu diğer arazi mevzuatı izlemiştir. Nihayet 1331/1913 tarihli Arazi
Intikal Kararnâmesi yürürlükte iken bütün diğer Islâmî kanunlar ve
hükümler gibi geçersiz kılınıp Cumhuriyet dönemine geçilmiştir.
1913 Tarihli Arazi Intikal
Kararnâmesi:
Sultan Reşat tarafından çıkarılan bu kanunla, farklı intikal kanunlarına
bağlı bulunan mîrî ve mevkûf arazilerin intikal hükümleri
birleştirilmiş, intikal sınırı daha da genişletilmiş, zevi'l-erhâm *
denilen hısımlar da intikal ashabı arasına girmiştir. Bu kanun, 1926
tarihinde Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girinceye kadar devam etmiştir.
Bu tarihten sonra da, Türk Medeni Kanunu'ndan önce doğan haklar
bakımından yürürlüğünü korumaya devam etmiştir. Arazi intikal
kararnâmesi 12 madde olup, şöyledir:
1) "Bir kimse vefat
edince, uhdesinde bulunan mîrî ve mevkuf (vakfedilmiş) arâzi, aşağıda
zikredilecek dereceler üzere bir veya daha fazla şahıslara intikal eder
ve bunlara (ashab-ı intikal) denir."
2) "Ashâb-ı intikalın birinci derecesi müteveffânın fürûu yani çocukları
ve torunlarıdır. Bu derecede intikal hakkı, evvel emirde çocuklara ve
ondan sonra onlara halef olmak üzere ahfâda yani torunlara ve çocukların
torunlarına aittir. Binâenaleyh müteveffânın vefatı sırasında hayatta
bulunan her fürüu, kendi vâsıtasiyle müteveffâya bağlanan fer'ileri
intikal hakkından düşürür. Müteveffâdan önce vefat etmiş olan fer'in
fürûu kendi makamına kâim olurlar. Yani ona intikal edecek hisseyi
alırlar.
Müteveffânın müteaddid çocukları olup da hepsi daha önceden vefat etmiş
bulunursa, herbirinin hissesi kendi vasıtasiyle müteveffaya bağlanan
fürûa intikal eder. Çocuklardan bazısı fer'i bırakmaksızın vefat ettiği
takdirde intikal hakkımünhasıran diğer çocuklara veya onların fürûuna
kalır. Batınlar taaddüd ettikçe hep bu ûsül üzere muâmele olunur.
Çocukların ve torunların erkeği ve kızı, intikal hakkında müsâvidir."
3) "Intikal ashabının ikinci derecesi, müteveffânın ana-babası ile
onların fürûudur.
Ana-babanın ikisi de hayatta ise eşit olarak intikal hakkına nail
olurlar. Bunlardan birisi, daha önceden vefat etmiş bulunursa, onun
fürüu birinci derecede yazılı olan hükümlere uygun olarak, derecelerine
göre makamına kâim olurlar. Fürûu bulunmadığı takdirde hayatta bulunan
baba veya ana münhasıran intikal hakkına nail olur.
Ana-babanın ikisi de daha önceden vefat etmiş bulunursa, babanın hissesi
kendi fürûuna ve annenin hissesi de kendi fürûuna dereceleri üzere
intikal eder. Şayet birinin fürûu yoksa, onun hissesi de diğerinin
fürûuna kalır."
4) "Ashab-ı intikalın üçüncü derecesi, müteveffânın büyük anne ve büyük
babalarıyla, bunların fürûudur.
Ana ve baba tarafından, büyük ana ve büyük babalar hayatta iseler
müsâvat üzere intikal hakkına nail olurlar.
Bunlardan birisi evvelce vefat etmiş bulunursa fürûu derecelerine göre
onun makamına kâim olur. Fürûu yoksa ona isabet edecek hisse, hayatta
bulunup onun kan veya kocası olan büyük ana veya büyük babaya intikal
eder. Bu da hayatta değilse onun fürûuna intikal eder.
Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük batalar hayatta
olmadıkları gibi fürûuları dahi mevcut değilse, diğer cihetteki büyük
ana ve büyük babalar veya fürûuları münhasıran intikal hakkına nail
olurlar.
Bu madde gereğince, ana-baba veya büyük ana ve büyük babalara halef olan
fer'iler, birinci derecenin intikalınde belirtilen hükümlere tabi
olurlar. "
5) "Birinci, ikinci ve üçüncü derecedeki fürûudan hangisi müteaddid
cihetlerden intikal hakkına nail olursa cümlesini alır."
6) "Yukarıdaki maddelerde zikredilen derecelerden mukaddemi mevcut iken
muahharı intikal hakkına nail olamaz.
Şu kadar ki: Müteveffânın çocukları ve torunları olduğu hâlde anası ve
babası veya bunlardan birisi mevcut ise altıda bir hisse bunlara intikal
eder. "
7) "Müteveffânın kan ve kocası birinci derecedeki hakk-ı intikal
ashabıyle birlikte bulununca ¼ hisşeye ve ikinci derecedeki hakk-ı
intikal ashabıyle veya büyük ana ve büyük baba ile birlikte bulununca ½
hisşeye nail olur.
Eğer dördüncü madde gereğince büyük ona ve büyük baba ile beraber
onların fürûu da intikal hakkına nail olmak icap ediyorsa işbu fürûua
isabet edecek hisseyi de karı veya koca alır.
Birinci ve ikinci derecedeki ashab-ı intikalden veya büyük ana ve büyük
babadan hiçbiri bulunmazsa karı veya koca münhasıran intikal hakkına
nail olur."
Cool "Yukarıda geçen maddelerin hükümleri, icâreteyn ve icâre-i vahîde-i
kadîmeli müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye ile mukâtaa-i kadîmeli
müstegallât hakkında dahi câridir."
9) Intikal sınırlarının yukarıda geçen maddeler mûcibince
genişlemesinden dolayı müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyenin icârât-ı
hâliyye ve mukâtaat-ı kadîmeleriyle mevkûf arazinın öşür bedeli
mukâtaaları vergi kıymetlerine nisbetle binde yüz paradan az ise, o
miktara iblağ olunacaktır.
Mevkûf arazi için, yeniden tahsis olunacak mukataalar da bu nisbette
uygulanacaktır. Bundan başka yukarıda geçen usûle uygun olarak intikal
haddi genişletilmemiş olan müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye için
vergi kıymetleri üzerinden binde otuz kuruş hesabıyle ifası lâzım gelen
resmî tevsî altmış yıla taksim olunarak yıllık binde yarım hesabıyle ifa
kılınacaktır. "
10) "Vakfedenin şartı gereğince intikal hudutları daha geniş olan
vakıflarda kemakân şarta riayet olunacak ve icârât-ı muhassasa hâliyle
ibka edilecektir. "
II) "Işbu kanun neşri tarihinden itibaren mer'î olacaktır. "
12) "Işbu kanun hükümlerinin icrasına malıye ve vakıflar nezaretleri
memurdur. "
Mîrî ve vakıf arazi ile ilgili bu intikal kanunlarında dereceleri
gösterilen intikal hakkı sahiplerinden hiçbiri bulunmazsa gayrı menkul
hazıneye döner (mahlûl olur) ve diğer mirasçılara intikal etmez. Artık
hazıne bunu başkasına usulüne göre yeniden verebilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:51 am

ASKERLIK VE İBADET Ben bir asker olarak namazlarımı eda etmeye çalışıyorum. Fakat
bazıları bana işte bir saat nöbet bilmem kaç senelik ibadete bedeldir,
namaz kılmasan da olur diyorlar. Aynı kişiler geçen Ramazan ayında da,
sen hem askerlik yapıyor hem oruç tutuyorsun? Halbuki sen asker olarak
kutsal bir vazife yerine getiriyorsun demişlerdi. Bu sözlerin aslı var
mıdır?
Insanları Allah (cc) sadece kendisine ibadet etmeleri için yarattığını
yine kendisi söylüyor. Bunun sağlanabilmesi için de kişilerin canı,
malı, ırzı, aklı ve dini korunmuş olmalıdır. Aksi halde fertler
yaradılış gayelerini gerçekleştiremezler. Müslüman için askerlik de
bunları korumaya yönelik bir iş olduğundan değerlidir ve nöbet yerinin
gerçekten arzettiği tehlike oranında kişiye sevap kazandırır. Şimdi
askerliğin gayesi ibadeti korumak olduğuna göre, askerlik yaparken
ibadete gerek yok denebilir mi? Bu takdirde vasıtayı gaye görmek gibi
bir akılsızlığa düşülmüş olmaz mı? Tıpkı aydınlanmak üzere evinize
elektrik bağlattıktan sonra sizin lamba takmanıza gerek yok, çünkü
binlerce lamba yakacak elektriğe sahipsiniz denmesi gibi. Şimdi bu söz
akıllıca mıdır? Sonra askerlikte emirlerin çakışması halinde astın değil
üstün dediğine uyulur. -Tabir mazur görülürse- en büyük üst Allah (cc)
olduğuna göre önce O'nun emirleri yerine getirilmelidir. Bu yüzden
Rasûlüllah Efendimiz (sav) "Yaratana isyan konusunda yaratılana itaat
edilmez" buyurmuşlardır. Yani astın emrini yerine getirecegim diye üste
saygısızlık yapılmaz demektir. Ayrıca bazı işlere bu kabil sevap
yüklenmesinin diğer ibadetleri düşüreceğini kim söylemiştir? Meselâ
"Kâbe mescidinde kılınan bir vakit namaz sevapta bin (bir rivayyette
onbin) namaza denktir" hadisine binaen birisi, ben Kâbe'de on vakit
namazı kıldım, bunun on bin vakite (belki yüz bin vakite) denk olduğuna
göre benim artık namaz kılmama gerek yok, demesi doğru mudur? Öyle ise
siz de yapabileceğiniz bütün ibadetlerinizi yapacak, amirleriniz
yaptırmadığından dolayı yapamadıklarınızı kaza edeceksiniz. Zamanında
yapamamanızın günahı da onlara ait olacaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:51 am

AŞÛRÂ
Kamerî
ayların ilki olan Muharrem'in onuncu günü. Âşûre günü adını alan bu
günde oruç tutulurdu. Âşûre orucu denen bu oruç, İslâm'dan önce
Araplar'ca bilinirdi. Âşûre kelimesinin İbrânice aşûr'dan geldiği ve o
günde Araplar'ın oruç tuttuğu dikkate alınırsa, kelimenin bütün Sâmî
diller arasında ortak bir kelime olduğu anlaşılır. (Buhârî, es-Savm, 1;
Umdetü'l-Kârî fi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, V, 351) Bu kelime Yahudîler'de
büyük keffâret günü için kullanılmıştır. (Tevrat, Levililer, 16, 29 vd.)
Hz. Peygamber Medîne'ye geldiği zaman Yahudiler'in Âşûre günü oruç
tuttuklarını gördü ve bunun ne orucu olduğunu sordu. Cevap olarak şöyle
dediler:
"Bugün, iyi bir gündür. Allah, İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden
bugün kurtarmıştır. Musa (a.s.) Allah'a şükür için bugünde oruç
tutmuştur. Biz de tutarız dediler. Hz. Peygamber; "Biz Musa'nın
sünnetine sizden daha yakınız, dedi ve o gün oruç tuttu ve ashabına da
tutmalarını emir buyurdu. " (Buhârî, es-Savm, 69; Tecrîd-i Sarih, VI,
308, 309)
Hz. Âişe'den nakledilen şu hadiste, Allah Resulu'nun Mekke döneminde de
aşûre orucu tuttuğu anlaşılır.
"Cahiliye devrinde Kureyş, Âşûre gününde oruç tutardı. Hicretten önce
Hz. Peygamber de aşûre orucu tutardı. Medine'ye hicret ettikten sonra bu
oruca devam etti. Ashabına da tutmalarını emretti. Ertesi yıl, Ramazan
orucu farz kılınınca, aşûre günü orucunu bıraktı, isteyen bu orucu
tuttu, dileyen de bıraktı" (Buhârî, es-Savm, 69; Tecrîd-i Sarîh, VI,
307, 308).
İslâm bilginleri aşûre orucunun vacip değil, sünnet olduğunda görüş
birliği etmişlerdir. Yalnız İslâm'ın başlangıcındaki hükmü konusunda,
Ebû Hanîfe vacip derken, İmam Şâfiî müekked bir sünnet olduğunu
söylemiştir. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, bu oruç müstehap
olmuştur. Ayrıca Yahudiler'e benzememek için Muharrem'in 9,10 ve 11'nci
günlerinde oruç tutmak güzel görülmüştür.
Bugün bütün sünnî müslümanlarda Muharrem'in 10'u oruç günü kabul
edilirken, bazı tarihi sebeplerden dolayı da mukaddes sayılır. Özellikle
Hz. Nûh'un gemisinin bugünde tufandan kurtulup Cudi dağının tepesine
oturduğunu anlatan söylentiler önemlidir.
Âşûre adlı tatlının menşei de buna dayanır. Gemidekiler o günü kutlamak
istemişler ve geminin ambarında arta kalan erzakı karıştırıp bir aş
pişirmişler. İşte aşûre pişirme âdeti buradan kalmıştır. Yine Âdem
(a.s.)'in tövbeşinin bugünde kabul edildiği, Hz. İbrahim'in bugünde
ateşten kurtulduğu, Hz. Yakub'un, oğlu Hz. Yusuf'a bugünde kavuştuğu
kaynaklarda kaydedilen rivayetler arasındadır.
Şiîler Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehit edildiği gün olan on Muharrem'i
matem günü sayarlar ve Muharrem'in biri ile onu arasında gülmez, et
yemez, yeni elbise giymez, yeni bir işe başlamazlar. On Muharrem dövünme
ve yas günüdür. Sonra yas bitti mi aşûre törenleri başlar.
Âşûre günü sürme çekmek, gusül etmek, kına yakmak, büyükleri, âlimleri,
hastaları ziyaret etmek, yetimlerin başını okşamak, hububât ve tatlı
pişirmek, İhlâs suresini okumak, sevinmek ve bugünü ayrı bir gün olarak
kutlamak İslâm'da olmayan bir davranıştır. Bu konuda Hz. Peygamber
(s.a.s.)'den gelen ne sahîh ve ne de zayıf bir hadîs vardır. Hadîs diye
rivayet edilen bazı sözler tamamen uydurmadır. Sahabeden ve dört mezhep
imamından vb. kimselerden de bir rivayet olmadığı gibi, muteber
kitapların hiçbirinde de buna dair bir haber yoktur. (İbn Teymiye,
Mecmûu'l-Fetâvâ, Kahire 1326, II, 48; es-Subki, el-Menhel, Kahire 1393,
X, 209) O hâlde bugünde böyle bir tatlı pişirip yakınlara ve komşulara
dağıtmak tamamen bid'at ve İslâmî olmayan bir örft
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:51 am

AT, DEVE, BİSİKLET VE MOTOR GİBİ VASITALARLA YARIŞMAK
CAİZ MİDİR?
At, deve, bisiklet
ve motor gibi vasıtararla yarışmak sünnettir. Zira bunlar, cihadın
vesileleridir. Hatta Şafii ulemasından İmam Zerkeşi "Bu gibi vasıtalarla
yarış yapmak ve yarış tertip ettirmenin vacib olması gerekir" diyor.
Enes'den rivayet edilmiştir: "Peygamber (sav)'in "Azba"isminde bir
devesi vardı, yarışı daima kazanırdı. Bir gün bir bedevi devesine
binerek geldi ve Azba'yı geçti. Olay müslümanların zoruna gitti. Bunun
üzerine Peygamber (sav) buyurdu ki: Cenab-ı Hak bu dünyada her şeyi
yükseltti mi mutlaka bir gün gelir onu aşağıya alacaktır."
Vatandaşları güçlü ve iyi yetiştirmek maksadıyla devlet ve cemiyetlerin
yarışta kazananları ödüllendirmesi caizdir. Hatta yarışa katılanların
birisi ötekisine; beni yenersen sana şu kadar para vereceğim, ben seni
yenersem bir şey istemem şeklinde şart koşarsa yine caizdir. Fakat
yarışa katılanlar "yarışta yenilen yine şu kadar para verecek” diyerek
şart koşarlarsa haramdır. Ve aynı zamanda kumar sayılır.
Hanefi fukahasından Şemsü'l-E'immeal-Hilvani şöyle diyor: Talebelerden
birisi arkadaşına "İlmi meselelerde münazere edelim sen beni yenersen şu
kadar para vereceğim, ben seni yenersem bir şey istemiyorum.” Dese
caizdir, alınan para helaldır. Devletin tertip ettirdiği ilmi
münazaralarda kazananlar için tahsis ettiği ikramiye meşru'dur
(al-Fetava al-Hindiyye).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 3 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:51 am

AT ETİ
Kur'an-ı Kerîm'de atlardan savaş aracı olarak söz edilir. Allah,
binmeniz ve süs hayvanı edinmeniz için atları, katırları ve merkepleri
yarattı" (en-Nahl, 16/Cool. Hz. Peygamber, Kur'an'da haram olduğu
bildirilen hayvanların dışında, bazı hayvan isimleri vererek veya vasıf
larını belirterek bu konuda yasaklar koymuştur.
Câbir (r.a.)'den rivayete göre, şöyle demiştir: "Nebî (s.a.s.), Hayber
gününde bizi katır ve merkep (eti yemek)'ten menetti. Bize atı
yasaklamadı" (Buhârî, Cihad, 130; Meğâzî, 35, 62; Zebâih, 27, 28; Ebû
Dâvûd, Cihâd, 45, 63, 98; At'ime, 33; Nesâî, Hayl,1; Ibn Hanbel, VI,
346).
Diğer yandan Hz. Peygamber'in at etini yasakladığına dair de birtakım
rivayetler gelmiştir. (Ebû Dâvûd, At'ime, 25; Nesâî, Sayd, 30; Ibn Mâce,
Zebâih, 14)
Yukarıdaki delillere göre, Imam Ebû Yusuf, Imam Muhammed, Imam Şâfiî ve
Imam Ahmed b. Hanbel, prensip olarak at eti yemenin caiz olduğuna
hükmetmişlerdir. Ebû Hanîfe ise bu konuda, yasak bildiren hadisleri de
dikkate alarak at etinin tenzihen mekruh olduğunu söylemiştir.
Mâlikîlerin meşhur görüşüne göre ise, at eti yemek haramdır (Zeylaî,
Nasbu'r-Râye, IV, 196, 198; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 455).
Hadiste at etinin yasaklanması necis (pis) oluşundan dolayı değil,
zamanında cihat aracı olduğu için hürmetendir. Bu yüzden onun artığı da
necis sayılmamıştır (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Terc. A. Davudoğlu,
Istanbul 1987, XV, 234; Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, Kahire, (t.y),III,
254, 255; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletühû, Dimeşk,
1405/1985, III, 508, 509).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
islam fıkıh ansiklobedisi
Sayfa başına dön 
3 sayfadaki 3 sayfasıSayfaya git : Önceki  1, 2, 3
 Similar topics
-
» İslam Bilim ve Teknolojiye Nasıl Yön Verdi?
» İslam büyğklerinden çok güzel resimli sözler 1
» İslam büyğklerinden çok güzel resimli sözler 2
» İslam büyüklerinden çok güzel resimli sözler 3

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Dinimizi Tanıyalım :: Dini Bilgiler-
Buraya geçin: