islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Asd10
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Asd10
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 islam fıkıh ansiklobedisi

Aşağa gitmek 
Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3  Sonraki
YazarMesaj
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:45 am

İslâm'ın beş temel ibadetinden biri olan beş vakit namazdan akşam
vaktinde kılınanı. Diğer farz namazlarla birlikte Hicret'ten birbuçuk
yıl önce Mirac olayında farz kılınmıştır. Adını kılındığı vakitten
almıştır. Farzı üç rekât olup farz-ı ayndır. Sünneti, sünnet-i müekkede
olarak iki rekât kılınır.
Kur'an-ı Kerim'de "Akşamlarken ve sabahlarken, öğle ve ikindi vaktinde
Allah'ı -ki göklerde ve yerde hamd ona mahsustur- tesbih edin, namaz
kılın" (er-Rûm, 30/17-18) buyurulmaktadır.
Akşam namazının vakti güneşin batmasıyla başlar, şafağın kaybolduğu ana
kadar devam eder. İmam-ı Â'zam'a göre şafak, akşam ufuktaki
kırmızılıktan sonra meydana gelen beyazlıktır. Bu beyazlığın kaybolması
ile akşam namazının vakti sona erer. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e
göre ise beyazlığın görünmesiyle akşam namazının vakti çıkar. İmam Ebû
Yusuf ve İmam-ı Muhammed'in görüşüne göre amel edilir. Ancak bu süre
içinde kılınamadığı takdirde kızıllıktan sonra meydana gelen beyazlığın
kaybolduğu âna kadar da kılınabilir.
Akşam namazının farzı, sünnetinden önce kılınır. Önce, günün akşam
namazının farzını kılmağa niyet edilir. İftitah tekbiri ile namaza
başlanır, "sübhâneke", "eûzü besmele", "fâtiha sûresi" ve bir miktar
ayet veya kısa surelerden biri (zamm-ı sure) okunur, rükû ve secdelerden
sonra ikinci rekâtta ayakta (kıyam) "fâtiha" ve yine bir miktar ayet
veya kısa surelerden biri okunur, yine rükû ve secdelerden sonra
oturulur (ka'de-i ûlâ)*
Et-tehiyyatü okunduktan sonra üçüncü rekâta kalkılır, yalnız "fâtiha"
okunur, rükû ve secdelerden sonra tekrar oturulur (ka'de-i âhire)*,
"Ettehiyyâtü", salevât duaları ile "rabbenâ âtinâ" ve "rabbenâğfirlî"
duaları okunarak selâm verilir. Daha sonra iki rekât olan sünnet
kılınır. Akşamın sünnetinde her iki rekâtta da "fâtiha" ve zamm-ı sure*
okunur; ikinci rekâtta oturduktan sonra, farzının kâ'de-i âhiresindeki
dualar okunarak selâm verilir.
Akşam namazının sünneti iki rekâttan daha fazla da kılınabilir. Altı
rekât kılmak menduptur. Her iki rekâtta bir selâm verilmelidir. Normal
sünnetinden fazla kılınan bu namaza "evvâbîn namazı"* denir.
Akşam namazının vaktinin darlığı sebebiyle ezandan sonra hemen
kılınmasında acele edilmelidir. Bu nedenle de kısa sureler okunmalıdır.
Akşam namazının, hazır olan akşam yemeğinden sonraya bırakılması
menduptur. Yemek yenildiği takdirde namaz vakti çıkacak kadar dar
olursa, namazı tehir etmek caiz değildir. (Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh
Tercemesi, Ankara 1985, II, 643)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:45 am

AKSIRMAK Burun
zarının ve nefes verme kaslarının sarsıntılı bir hareketiyle havayı bir
anda ağızdan ve burundan dışarı atmak. Aksırmak, insanda meydana gelen
fizikî bir olaydır. Halk arasında "hapşırmak" diye bilinen bu olay bir
terim olarak Islâm dini âdâb-ı muâşeretinde * "Teşmitu'l Âtis" şeklinde
geçer.
Aksırmak vücutta meydana gelen bir zorlama sonucu olur. Bu ihtiyacı
duyan kimse aksırdığı anda ferahlar. Bu ferahlamadan dolayı da
müslümanın Allah'a şükretmesi gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), bu
konuda şöyle buyururlar:
"Allah kulunun aksırmasını sever, fakat esnemesinden hoşlanmaz. Ey
Müminler sizden biriniz aksırıp Allah'a hamd ederse, (el-Hamdülillah
derse) onun hamdettiğini işiten her. müslümana, "Yerhamükellah" diye
karşılık vermesi gerekir. Esneme işi şeytandandır. Birinize esneme hâli
gelirse mümkün olduğu kadar esnemeye engel olsun. Çünkü biriniz esnemek
üzere ağzını açınca onun bu gafletine şeytan güler. " (Tecrid-i Sarıh
Tercümesi, XII, 165).
Bu hadîs-i şerif'e göre aksıran kişinin: "Elhamdülillah" demesi icab
eder. Karşısındaki müslüman da ona: "Yerhamükellah " diye karşılık
verince aksıran kişinin tekrar dönüp bu kardeşine: " Yehdîkumullah ve
yuslih bâleküm" (Yani Allah sizi hidâyet kılsın ve hatırınızı hoş
tutsun), demesi sünnetin talımi gereğidir.
Aksırma anında büyük bir gürültü ve ağızdan etrafa tükrük yayılabileceği
için, aksıranın eliyle veya başka bir şeyle ağzını kapatarak, bunlara
engel olması edeptendir. Bu da Resulullah'ın tavsiyesi ve sünnetidir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:46 am

ALAY, ALAY ETMEK Bir şeyle veya bir kişiyle eğlenmek, insanları hafife almak,
tahkîr etmek, başkasının kusur ve noksanlarını söz, işaret veya yazı ile
teşhîr etmek, toplumda küçük düşürme hareketleri.
Alay etme duygusu insanlarda, kendini büyük görmeyle başlar; daha sonra
karşısındaki insanı hiçe sayıp, ona tepeden bakmaya kadar gider.
Neticede bu duygu insanları alaya aldırır, şeytanı Rabb'ine isyan
ettiren böbürlenerek Hakkı kabûl etmemek ve insanları hor görmek
şeklinde aaaahür eden kibir ve gurur hastalığını ortaya çıkarır .
Alay eden kimsenin gururlanıp kibirlenmesi yanında, alay etme
hareketiyle mümin kardeşini incitmesi ve rahatsız etmesi de söz
konusudur. Kibirlenmek haram olduğu gibi mümine eziyet de haramdır. Her
iki kötülüğün netîcesi olarak Islâm toplumunda kardeşlik bağlarının
gevşemesi söz konusu olmaktadır. Zîrâ alay ile beraber fertler arasına
düşmanlık ve nefret duygusu girer. Böylece de bir bina hâlinde tarif
edilen Islâm toplumu dağılmış, parçalanmış olur.
Islâm toplumu bir bütündür. Islâm'da her ferdin haysiyet ve şerefinin
dokunulmazlığı vardır. Ferdin manevî hayatının temelini oluşturan ırz,
şeref, haysiyet, namus duyguları lekelenemez. Insan haysiyetini
lekeleyecek olan kötü hareketlerin başında alay etmek gelir. Islâm,
insan hak ve hürriyetini, insan haysiyet ve şerefini koruma esası
üzerinde durur; bu sebeple, müslümanların duygu ve düşüncelerini
Kur'an-ı Kerîm vasıtasıyla garanti altına alır: "Ey iman edenler! Bir
topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın; olur ki, alay edilenler
kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Kadınlar da kadınları alaya
almasınlar; belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Hem
birbirinizi ayıplamayın ve kötü lâkablarla atışmayın. Imandan sonra
fâsıklıkla adlanmak ne kötü isimdir!. Kim de tövbe etmezse, işte onlar
zalimlerin ta kendileridir. " (el-Hucurât, 49/11)
Islâm, kardeşlik bağlarını korumak için alay etmeyi kesinlikle
yasaklamıştır. Allah'a ve ahiret gününe inanan bir müminin, insanları
alaya alması, eğlence ve nükte konusu yapması caiz değildir. Her ne
şekilde olursa olsun, başkalarıyla eğlenmek, onu kötü ve sevmeyeceği
lâkablarla çağırmak ahlâk bakımından da çok kötü bir şeydir. Çünkü bu
hareket, insanın kolayca unutamayacağı ızdırap veren bir yaradır.
Toplum hayatındaki ilişkiler samimiyet üzerine kurulur. Bu samimiyetin
derecesini ölçen alet de kalptir. Hz. Peygamber: (s.a.s.) "Allah sizin
şeklinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalplerinize bakar." (Müslim,
Birr, 32) buyurmuştur. Insanlar, daima dış görünüşe vakıftırlar iç alem
bilinmez. Allah katında tartılacak olan dış görünüş değil, kalplerin
takvâsıdır. Insanın ilmi ise bunu bilmeye ve anlamaya yeterli değildir.
Bu sebeple bir kimse önüne geleni horlayamaz, nazargâh-ı ilâhî olan
kalbi alaya alarak kıramaz.
Dünyada tek yüce değeri maldan ibaret sanıp, malıyla güçlü olduğunu
zanneden ve karşısındaki bütün değerlerle alay edenleri Kur'an-l Kerîm
kınamaktadır: "Vay haline! Diliyle çekiştirip, yüzünden de alay eden
kimsenin." (Hümeze, 104/1) .
Islâm'a göre, yaratılan her insanın Allah katında bir değeri vardır.
insanı ahsen-i takvim üzere yaratan Allah, onu en güzel hasletlerle
bezemiş ve yeryüzünde halife kılmıştır. (el-Bakara,2/30). Böyle bir
varlığın dış görünüşü ile ilgilenip alaya almak; insanı yaratan Rabb'i
ile karşı karşıya getirebilir. Oysa ki insanın alay konusu olmasına
Rabb'i ve eşsiz yaratıcısı olan Allah razı olmaz.
Kur'an-ı Kerîm'de bir de inançla, (el-Bakara, 2/206; Münafıkûn, 63/5-6)
Kur'an ayetleriyle, (et-Tevbe, 9/124- 125, 127) Peygamberlerle
(Muhammed, 47/16) ve müminlerle (et-Tevbe, 9/79) alay edenlerden
bahsedilir. Sözü edilen kişiler, müminleri bırakıp kâfirleri dost
edinenlerdir. (en Nisâ, 4/139; el-Mâide, 5/52; el-Mücâdele, 58/14) Sözü
edilen kişiler bu hareketleriyle Allah'ı ve müminleri aldattıklarını
zannederler. (el-Bakara, 2/9; en-Nisâ, 4/143; Hûd, 11/5), Islâm'a göre
inanç mukaddestir, alay konusu olamaz. Ayetlerde, inançlarla alay
edenler olarak bildirilenler, Islâm toplumu içinde türeyen münâfıklardır
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:46 am

ALIŞ-VERİŞ
Değeri olan bir malı yine değeri olan başka bir mal veya para
karşılığında değiştirme. Alış-veriş tarafların karşılıklı onayı ile yani
icab ve kabûl ile gerçekleşir. Iki taraftan biri malı, diğeri karşılığı
olan para veya kıymet taşıyan başka bir malı ele geçirmeleri
netîcesinde satışın gerçekleştiği söylenebilir .
Insanlar dünya hayatlarında geçimlerini sağlamaları için belirli bir
ölçü içinde karşılıklı mal mübâdelesinde bulunmak zorundadırlar, buna da
‚rızık temini' denilir.
Cenâb-ı Hakk, "Yeryüzünü size boyun eğdiren (ondan yararlanmanız için
size itâat ettiren) Allah Teâlâ'dır. O halde yeryüzünün sırtlarında
(dağlarında tepelerinde ve ovalarında) dolaşın da Allah'ın size verdiği
rızıklardan yararlanın." (el-Mülk, 67/15). buyurmuştur. Yeryüzünde
dolaşmaktan maksat insanlara faydalı olan nîmetlerin ortaya
çıkarılmasını sağlamak ve bunun için araştırma yapmaktır. Cenâb-ı Allah
yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır. Abdullah b. Mes'ud
(r.a.)'tan rivayet edilen bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuşlardır: "Rızık sağlamak gayesiyle çalışmak her müslüman üzerine
farzdır. " Buna göre müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek
kendilerinin ve aile ferdlerinin rızıklarını sağlamak zorundadırlar.
Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında mutlaka Allah'ın rızası ve
O'nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir. Hz. Ebû Bekr'in: "Haram ile
beslenen bir vücûda ancak Cehennem ateşi yakışır." sözü müslümanın rızık
temini ve alış-veriş anlayışını en güzel bir şekilde belirtmektedir.
Ashâbın helâl alışveriş yapmak ve haramlardan uzak durmak için şüpheli
olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz. Ticaretle uğraşan bir
müslümanın, İslam'ın alışverişe dair koyduğu bütün hükümleri ana
hatlarıyla bilmesi gerekir. Günlük hayatta yapılan alış-verişleri
Allah'ın razı olacağı bir usûlde yürütebilmek için de bu hükümleri
asgarî ölçüde bilmek her müslüman için farzdır.
Islâm fıkhına göre bir müslümanın kendisinin ve aileşinin nafakasını
sağlamaya ve varsa borçlarını ödemeye yetecek kadar para kazanması
‚farz'dır. Bunun dışında, fakîr müminlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve
akrabalarına ikram etmek için kazanmak da ‚müstehap'tır. Güzel ve
müreffeh bir hayat sürmek için bundan fazlası için çalışmak ‚mübah'tır.
Başkalarına karşı kibirlenmek, dünyevî hırsa kapılarak başkasının
servetiyle yarışmaya kalkışmak ve bu mal ile azgınlık ve taşkınlık
yapmak için kazanmak, bu kazanç helâl yolla dahi olsa ‚haram'dır. Buna
karşılık, küfre karşı verilen mücadelede maddî katkıda bulunmak ve
malınıAllah yolunda infak için samimî bir niyetle çok çalışıp para
kazanmak da güzel bir ibadettir. Bu gaye için çalışıp para kazanan kişi
sürekli ibadet hâlinde sayılır.
Aynı şekilde Islâm, çalışıp kazanabilme gücüne sahip olan bir kimsenin
dilenmesini yasaklamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a yemin ederim ki sizden birinizin, ipini alıp da, dağdan bir bağ
odunu taşıyıp getirmesi ve bu odunu satıp onunla aileşinin ve
kendisinin geçimini sağlaması, başka birinden istemesinden çok
hayırlıdır. Kim bilir yardım istediğiniz kimse ya verir minnetine
girersin, yahut vermez zilletini çekersin. " (Buhârî Musâkât, 13, Zekât,
50, Buyû', 15; Ibn Mâce, Zekat, 25; Ibn Hanbel, I, 167)". Buna göre,
çalışmaya gücü yeten kimsenin dilenmesi meşrû değildir.
Islâm'da rızık temin etmenin en faziletli yolu cihad'tan (ganimetten)
sonra ticarettir. Sonra ziraat ve sonra da zanaattır. Bütün bu rızık
temin etme yollarında alış-veriş işlemi sözkonusu olmaktadır.
Gerçekte insanın ihtiyacını gideren eşya, tarım veya sanayı ürünüdür.
Bundan dolayı bazı ekonomik sistemler, insanların, tarım ve sanayı
dışındaki yollarla kazanç temîn etmesini kabul etmezler. Fakat, bir
malın üretilmiş olması, ihtiyaçların giderilmesi için yeterli değildir.
Ihtiyaç, ancak üretilen eşyanın, muhtaç olanlara ulaştırılmasıyla
giderilir. Çiftçi veya sanayıcinin ürettiği malı, ihtiyacı olanlara
ulaştırabilmesi ise mümkün değildir. Türkiye şartlarında düşünecek
olursak, bir fabrikanın ürettiği malları tüketicisine ulaştırabilmesi
için birçok yerde şube açması ve bunlarla dağıtımını yapması gerekir.
Diğer taraftan tüketicilerin, ihtiyaç duydukları eşyayı elde
edebilmeleri için doğrudan üretici ile ilişki kurmaları da imkânsızdır.
Öyleyse, eşya ile tüketici arasında köprü olacak, bunları birbirine
ulaştırarak, yukarda zikredilen mahzûrları ortadan kaldıracak fakat
yaptığı bu hizmet için belirli bir kâr elde edebilecek bir hizmet
sektörüne ihtiyaç vardır. Işte bu da, ‚Ticaret Sektörü'dür.
Insanlara hizmet anlayışıyla yapılan bu manadaki ticareti Islâm meşru ve
makbûl saymıştır. Ticaret hakkında Allah'u Teâlâ şöyle buyurur;
"Allah, ticareti helâl, ribâyı da haram kıldı." (Bakara, 2/275)
"Güvenilir, doğru ve müslüman tacır, kıyamet günü şehidlerle
beraberdir."(Ibn-i Mâce, Ticârât, 1). Hadîs-i Şerîfi de dürüst ticaretin
sahibine ne kadar sevap kazandıracağını belirtmektedir.
Islâm'a göre ticaret; değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal
veya para karşılığında değiştirmektir. Dinimizin ticarette gözettiği
gaye, her ne pahasına olursa olsun kazanmak değil, insanlara,
ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek hizmette bulunmak, bu
vesîle ile de normal, meşru bir kazanç sağlamaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:46 am

ALIŞ-VERİŞİN ŞARTLARI
Ticarette mübadele edilen
malın kıymetli olması: Ticareti yapılan mal, kullanılması dînen caiz
olan maldır; helâl olan yiyecekler, giyecekler, çeşitli eşyalar gibi.
Kullanılması haram olan eşyanın ticareti de haramdır. Peygamberimiz
Mekke fethinde insanlara şöyle demiştir: "Allah ve Resulü şarap (bütün
alkollü içkiler), ölü hayvan, domuz ve putların satışını yasakladı."
(Müslim, Müsakat, 13).
Insanlara haram kılınan şeyler, gerçekten onlara zararlı olan şeylerdir.
Haram olan malları satanlar insanlara kötülük yapmış olurlar. Dînimiz
böyle malların ticaretini yasaklayarak insanların birbirine kötülük
yapmalarını önlemiştir.
Malın özelliklerinin belirli olması, gizli bir kusuru bulunmaması:
Peygamberimiz şöyle buyurur: "Birbirinden ayrılmadıkça alan ve satan
pazarlığı bozmakta muhayyerdir. Alan satan doğru söyler, malın
özelliklerini açıklarlarsa alış-verişleri bereketlenir; yalan söyler ve
malın ayıplarını gizlerlerse ticaretlerinin bereketi yok olur. "
(Müslim, Büyû, 11). Çünkü böyle bir alış-veriş, taraflardan birinin
aldanması, zarara uğraması demektir. Bu ise dinde asla hoş görülmez.
Satılan malda herhangi bir kusur varsa bu gizlenmemeli; açıkça
belirtilmelidir. Ancak böyle satılırsa ticaret helâl ve bereketli olur.
Satılan malın mevcut olması: Mevcut olmayan bir malın satışı caiz
değildir. Mevcut olmayan malın alıcıya teslimi mümkün olmayabilir. Bu
takdirde alıcı mağdur olacaktır. Böyle bir mağduriyeti önlemek için
Islâm hukuku, hemen teslim edilecek veya teslim edilebilmesi mümkün olan
malların satışını uygun görmüştür. Peygamberimiz (s.a.s.) meyveler
meydana gelmeden, tomurcuk veya çağla halinde iken satışını yasaklamış,
ancak dönmeye başladığı bir zamanda satışına izin vermiştir. (Müslim,
Büyû, 13). Çünkü, olgunlaşmasına kadar meyvelerde pek çok haşar ve
hastalık meydana gelebilir. Bundan da alıcı büyük zarar görür. Diğer
taraftan bu safhada meyvelerin miktarlarını tahmin de güçtür. Bütün bu
sakıncalarından dolayı mevcut olmayan malın satışına izin verilmemiştir.
Mal ve bedelin belirli olması: Alışveriş belirli bir malın belirli bir
bedelle değiştirilmesidir. Mal veya bedelden biri belli olmazsa bu
ticaret meşrû değildir. Müşteri satılan malı görmeli, kontrol etmeli
gerekli incelemeleri yapabilmelidir. Satıcının da malı karşılığında
alacağı şeyi; para ise miktarını başka bir mal ise, bunun ne olduğunu
bilmesi lâzımdır. Meselâ: müşteri, cüzdanımdaki paraya bu malı bana sat
dese, satıcı da kabul etse böyle bir alış-veriş caiz değildir. Bu tür
alışverişlerde taraflardan biri için, mutlaka tehlike ve aldanma vardır.
Islâm'dan önce geçerli olan bu tür alışverişleri Peygamberimiz (s.a.s.)
yasaklamıştır. Akit unsurlarından birinin meçhul olduğu bu tür
alış-verişlerin hepsine "garar" denir.
Malın teslim alınması, (Kabz): Satım akdinde, alıcının herhangi bir
engelle karşılaşmaksızın, satın aldığı mal üzerinde tasarruf yetkisine
sahip olması demektir. Bu işlem, satılan malın teslim alınması ile
gerçekleşir. Kabz sayılan işlemler, satılanın durumuna göre değişir.
Meselâ ev veya arsanın teslimi; alıcının içine girmesi veya arsayı
görecek şekilde yakınında durması yahut da evin kapı anahtarlarına sahip
olması ile tamam olur. Menkul mallarda ise, satılanın fiilen teslim
alınması veya alıcının tasarruf alanına sokulması ile meydana gelir.
Ancak ölçü, tartı veya sayı ile satılan şeylerin kabzı; ölçerek,
tartarak veya saymak suretiyle tamamının teslimi ile gerçekleşir
(el-Kâsânî, Bedâyiu'sSanâyî, V, 244).
Menkûl malların kabzdan önce satışının caiz olmadığı konusunda görüş
birliği vardır. Delîl Hz. Peygamber'in şu hadîsidir: "Bir gıda maddesini
satın alan kimse, onu kabzetmedikçe (teslim almadıkça) satmasın "
(Buhârî, Büyû, 54, 55, Müslim, Büyû, 29-34, 34-36, 39, 41), Hadîste
zikredilen gıda maddesi örnek kâbilinden olup, diğer menkûl mallar da
hadîs kapsamına girer. Islâm hukukçularının çoğunluğu bu görüştedir.
(el-Kâsânî Bedâyîu's-Sanâyi, V, 234). Buradaki endişe; menkûl mallarda
çokça karşılaşılan haşar veya bir ayıbın sirâyeti ve bu yüzden sonraki
müşterinin aldanma tehlikesidir. Diğer bir tehlike de ilk müşterinin
malı kabzedememesi ve kendi müşterisine teslim edememesidir. Kabzdan
önce satışın yüzyılımız ekonomisinde görülen zararlarından birisi de
sun'î fiyat artışlarına neden olmasıdır. Şöyle ki:
Günümüzde, arz ve talep dengesi yüzünden, özellikle kontrollü arz sonucu
üretici ile tüketici arasına, henüz mal piyasaya sürülmeden aylar önce,
pekçok şahıs veya şirket girmektedir. Meselâ, ana toptancı, üretici
firmanın belki beş-altı ayda üretebileceği tüm malınıdaha üretilmeden
kapatmakta; fakat henüz mal eline geçmeden, başka toptancılara, onlar da
tüketiciye kâr paylarını ekleyerek satmaktadır. Mal son alıcıya, sanki
bir kaç elden geçtikten sonra ulaşmaktadır. Fakat gerçekte, ilk toplama
ile son muşteri arasında yer alan kişiler, kendi aralarındaki işleri hep
evrak üzerinde yürütmekte ve satış bedeline her biri ayrı ayrı kâr
eklemektedir. Mal, üretildiğinde son müşteriye doğrudan intikal
etmektedir .
Piyasada akıcılık gibi görünen bu işler, gerçekte fiyatların sun'î
olarak artışına, mal arzının kontrol altında tutulmasına, piyasaya
kontrollü mal sürülmesine sebep olmaktadır. Kabzdan önce satış yasağı
uygulanınca; ticaret muâmeleleri biraz ağırlık kazanacak, bunun yanında
birtakım aracılar ortadan çıkmak zorunda kalacaktır. Çünkü naklıye, depo
kirası, personel istihdamı vb. harcamalar, aracıları ve parazıt
şirketleri aradan çekilmeye zorlayacaktır. Böylece, piyasada rayıç
fiyatın tabii olarak oluşması imkân dahiline girecektir.
Sonuç olarak, satın alınan bir malın kabz ve teslim alınmadan önce satış
yolu açık bırakılırsa; bir ambarda depo edilmiş malın fiyatı, o mal
daha yerinden oynamadan elden ele, dilden dile dolaşa dolaşa sebepsiz
yere yükseltilmiş olur. (Tecrîd-i Sarîh Terc. VI, 447, 450-451)
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre kabzdan önce satış yasağı, arsa ve arazı
satışlarını kapsamına almaz. Çünkü menkûl malların tesliminde ortaya
çıkabilecek güçlük ve riskler (garar) gayr-i menkûllerde söz konusu
değildir. Onun telef olma ihtimâli azdır. (Alî Haydar, Mecelle Şerhi, I,
407, mad. 253).
Ticarette kâr sınırı: Ticarette maksat; insanlara hizmetle beraber, o
işten bir kâr sağlamaktır. Yalnız bu kârın aşırı (ğabn-i fâhiş*)
olmaması gerekir. Genel olarak Islâm, ticarette belirli bir kâr haddi
koymamıştır. Kâr oranı satılan malların cinsine, özelliklerine göre
değişir; Bazı mallarda düşük bir kâr haddi yeterlidir. Toptan satışlarda
ve değeri yüksek olan mallarda olduğu gibi. Bazı mallarda ise bu oran
normal tutulur. Bozulma ihtimâli olmayan mallar, perakende satışlar vs.
gibi. Bazı mallarda da kâr oranı yüksek olur. Bozulma oranı fazla
çeşitli riskleri mevcut olan mallar gibi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:46 am

ALIŞ-VERİŞLER HÜKÜM YÖNÜNDEN; SAHİH, FÂSİT VE BATIL
NEVİLERİNE AYRILIR.
1-Sahîh
alış-verişler: Aslen ve vasfen (maddesi ve niteliği) dine uygun olan
şeylerin alış-verişi sahîhtir. Meselâ: Kullanılması dînen caiz olan bir
malın şartlarına göre satılması gibi.
2-Fâsit alış-verişler: Satılan malın vasfı (niteliği) dîne uygun
değilse, bu tür satış fâsittir. Meselâ, sürüden bir koyun diyerek,
meçhûl bir koyunu satmak gibi. Aslında koyunun satışı caizdir. Fakat
yukarıdaki satışta satılan koyunun nasıl bir koyun olduğu (niteliği)
bilinmediğinden alış-veriş fâsit olmaktadır.
3-Batıl alış-verişler: Satılan malın aslında Islâm'a aykırı bir durumu
varsa böyle malların satışı batıldır. Kullanılması veya yenilip içilmesi
haram olan bir şeyin satılması, Meselâ içki, domuz vs. gibi mal ve
eşyanın satışı Islâm'da yasak bir alış-veriş türüdür.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:46 am

ALIŞ-VERİŞLERDE DİKKAT EDECEĞİMİZ HUSUSLAR VARDIR: Ticaretle meşgul olan bir müslümanın özen
göstermesi gereken ilk önemli konu, haram kılınan malların satışını
yapmamaktır. Allah bir şeyi haram kılmışsa, onun bedelini de haram
kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şarapla ilgili olarak
"Içilmesini haram kılan Allah'u Teâlâ satılmasını da haram kıldı. " (Ebû
Davud, Büyû, 64) buyurarak meseleyi gayet açık bir şekilde
belirlemiştir. Aynı şekilde mümin bir kasabın, Allah'ın adı anılarak
kesilmemiş olan bir hayvanın etini satması da böyledir. Çünkü hayvan
boğazlarken kasden Allah'ın adı anılmazsa o et haram olur. Buna göre,
bir müslüman böyle bir eti satamaz. Aynı şekilde put ve benzeri şeylerin
de satışı Islâm'da yasaktır .
Çalıntı olan bir malın satılması veya piyasaya sürülmesi de caiz
değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in: "Kim bildiği halde hırsızlıkla elde
edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına
ortak olmuştur" (Beyhakî, Sünen, V, 336). buyurduğu bilinmektedir. Buna
göre ticaretle uğraşan bir müslümanın gerek mal alırken ve gerek
satarken bu hususlarda titizlik göstermesi gerekir.
Islâm toplumunda malların fiyatlarına sun'î olarak yapılan müdahaleler
asla câiz değildir. Rasûlullah (s.a.s.): "Pahalılığı arttırmak için
fiyatlara müdahale eden kimseyi kıyamet gününde büyük bir ateşin
üzerinde oturtmayı Allah'u Teâlâ üzerine almıştır" buyurmaktadır. (Bu
hususta geniş bilgi için bk. Narh ve Ihtikâr maddeleri).
Islam toplumunda karaborsa (ihtikar) haramdır. Karaborsa, bir malın
fiyatının artması için piyasadan çekilmesi, stok edilmesi, satılmaması
ve fiyatı artınca satılmasıdır. Ticarette normal kâr helâldir. Fakat,
ticaretin gayesi her ne pahasına olursa olsun kâr, hele aşırı kâr elde
etmek değildir. İslam'ın haram kıldığı aşırı kâr yollarından biri de
karaborsadır. Karaborsanın insanlara pek çok zararı vardır. Bunları
şöyle sıralayabiliriz:
Piyasada sun'î darlık meydana getirmek, tüketimi sun'î olarak artırmak,
bu vesîleyle enflasyonu yükseltmek, fazla fiyatla tüketicinin mağdur
edilmesi, alıcı-satıcı arasındaki itimat, iyi niyet, sevgi ve saygının
ortadan kalkması... Birkaç kişinin aşırı para kazanması için buna
başvurması, günah sayılmıştır. Peygamberimiz karaborsacıyı şöyle tehdid
eder. "Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikar (stok ve karaborsa)
yapan lânetlenmiştir." (Ibn-i Mâce, Ticaret, 6).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:47 am

ALIŞ-VERİŞTE YEMİN ETMEK. Pazarlık esnasında yemin etmek caiz değildir.
Yalan yere yemin etmek ise daha büyük bir haramdır. Çünkü bu, basit bir
kazanç için Allah'ın adını istismar etmek, müşteriyi kandırmaktır. Hz.
Peygamberimiz (s.a.s.) kıyamet günü Allah'ın, yüzlerine bakmayacağı üç
gruptan birinin; "...malı şu fiyata aldım deyip müşterinin kendisini
doğruladığı ve malınısatın aldığı kimse, " olduğunu bildirmektedir.
(el-Buhârî, Müsakat, 5; Müslim, Iman, 46). Başka bir hadiste de
Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: "Ticarette çok yemin etmekten
sakının. Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder. " (Müslim,
Müsakat, 27).
Ölçü ve tartının doğru olması, alışverişe ailenin karıştırılmaması.
Islâm dini, insanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe
çağırır. Müslümanın en dikkate değer özelliği dürüst oluşudur.
Alış-verişlerde hîleden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla
etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkîn etmek ve onu
piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline razı etmektir.
Ayet-i Kerîme'de şöyle buyrulur: "Azap olsun ölçüde tartıda noksanlık
edenlere ki, onlar insanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam
olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara
tarttıkları zaman eksiltirler" (Mutaffifîn, 83/1-3). (Ayrıca bk.
el-En'âm, 6/152; el-Isrâ 17/35; eş-Şuarâ, 28/181-183).
Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz'da Araplar ticaretle
uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı
hükümler getirerek dürüst bir piyaşanın teşekkülünü sağladı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:47 am

ALIŞVERİŞİN ŞARTLARI NELERDİR ? Alışverişin sıhhat şartları on kısma Ayrılır:
1-Satılık şey ile bedelinin bilinmesi
2-Tesliminin bilinmesi
3-Aldanmaya yol açacak bir şartın öne sürülmemiş olması.
4-Akd'in gerektirmediği bir şartı koşmamak.Mesela dikmek şartıyla
tüccarından kumaş almak caiz değildir.
5-Tarafeynin rızasıyle olması
6-Vadeli ise vade zamanının bilinmesi.Vade zamanı belli olmayan bir
alıveriş caiz değildir.
7-Bedelin miktarının bilinmesi.Bedeli bilinmeyen bir şeyin satışı sahih
değildir.
8-Rebeviyatta aynı cinsten birbiriyle satılan iki şeyin eşitliğinin
kesin olarak bilinmesi.
9-Her ikisinin kabz edilmesi.
10-Mürabaha,tevliye ve vadıada bedelin bilinmesi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:47 am

ALIŞVERİŞTE VADE FARKINI AKLEMEK CAİZ MİDİR? İslam dini ister peşin ister va'deli olsun
alışverişi mübah kılmıştır. Cenab-ı Hakk buyuruyor ki: "Allah alışverişi
mübah kılmış, faizi de yasaklamışıtr" (Bakara). Alışveriş peşin olursa
normal olarak kar etmek tabii olduğu gibi, va'deli olursa da insaf
dairesinde karşı tarafı yıkmadan belirtilen zamanı ölçerek kar etmek de
tabi'dir. Her tarihte bu tip alışveriş olmuştur. Yani alışverişte va'de
farkı alınmıştır.
Alışverişte va'de farkını eklemek Cümhur-u ulemaya göre caizdir
(Neylü'l-Evtar). Bu hususta ulema arasında ihtilaf olmamıştır. Ancak
idraki kıt olan bazı kimseler, Peygamber (asv): "Bir ateş için de iki
satış yapmaktan men etmiştir" (Tirmizi) mealindeki hadise dayanarak
alışverişte va'de farkını eklemek caiz değildir, diyorlar. Halbuki bu
hadis, va'de farkından hiç söz etmiyor, fukahadan hiç kimse de ona hami
etmemiştir. Hadis ya akd içinde bir şartı koşmanın caiz olmadığını,
mesela: Zeyd'in Halid'e evini bana yüzbin liraya satarsan ben de şu
tarlamı yüz elli bine sana satarım, demesi gibi. Veya semen (bedel)
belli olmadığından mesela: şunu peşin olarak bine, va'deli olarak
ikibine "sana sattım" şeklinde yapılan akdin muteber olmadığını ifade
ediyor. Şayet semen belli olur, kesin bir fiyat üzerinde anlaşılır,
mesela: Peşin olarak fiyatı bin lira olan bir ****' için, veresiye iki
bine sattım denilirse va'de farkı eklendiği halde, kesin olarak bu
alış-veriş caizdir (al-ahvazı,Şarh al-Tirmizi, al_mühazzab,
Muğni'l-Muhtaç, İbni Abidin). Hatta bir kimse satılık ****'için peşin
fiyatı şu kadardır, veresiye fiyatı da bu kadardır dese, yani hem peşin
hem va'deli fiyattan söz edip, bilahare bir fiyat üzerine akd yapılsa
yine caizdir (al-ahvazı..)
Muhammed al-Hamid, alışverişte vade farkını eklemek hususunda şöyle
diyor: "Vade farkını eklemek haram değildir, faizle münasebeti yoktur"
(Rüdudün ‚ala Ebatıl).
Ancak alışveriş ister peşin ister vadeli olsun insafa göre ceryan
etmezse haram ve bereketsiz olur. Bunun için satıcı, kendi durumunu
nazar-ı itibare alması gerektiği gibi alıcının durumunu da nazar-ı
itibare alması gerekir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:47 am

ALKIŞ Islâm
dinine hakaret eden birisini alkışlamanın hükmü nedir?
Öncelikle alkışın her türlüsünün bid'at olduğu bilinmelidir. Alkış
yerine Islâm'da "tekbir" vardır. Yani Islâm'da heyecanla yapılan bir
hareket bile, yüce bir gerçeği vurgular. Sonra Islâma hakaret eden
birisini, bu hakareti sırasında, hakaret olduğunu bile bile alkışlamak
küfürdür, tevbe edilmesi gerekir. Başka bir hareketinden dolayı, ya da
hakaret olduğunu bilmeksizin hakaretinden dolayı alkışlamak ise
gaflettir, bid'attır, uyanmak, dostu dost, düşmanı düşman olarak tanımak
ve sünnet olanı yapmak gerekir.
Alkış bir yönüyle de kişiyi yüzüne karşı övmektir. Oysa hadîste: "Kişiyi
yüzüne karşı öven meddahların suratlarına toprak saçın" buyrulmuştur.i
Bir keresinde Mescid-i Nebi'de Hz. Ebubekir namaz kıldırmış, bilahâre
Rasûllüllah (s.a.) gelince mesciddekiler bunu alkışla karşılamışlar,
bunun üzerine de böyle yapmamaları konusunda ikaz edilmişlerdir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:47 am

ALKOLLÜ DEODORANTLAR, KOLONYA VE İSPİRTO Içinde alkol bulunan deodorantları abdestli
iken kullanarak ibadet yapabilir miyiz?
Önce hangi türden olursa olsun, vücuda ya da elbiseye alkol sürmüş
olmanın abdesti bozmayacağını bilmek gerekir. Abdestin bozulması tamamen
insanın vücudundan bir şey çıkmasına bağlıdır. Ancak insanın üzerinde,
ya da elbisesinde pis bir madde varken namaz kılması câiz değildir.
Çünkü namaz için abdest şart olduğu gibi, üstünün başının temiz olması
da şarttır. Sözü edilen deodorant ve parfümlerdeki alkol ise, Hanefi
mezhebinin bazı imamlarına göre pis olan alkol türünden olmadığından,
onlar namaza da mani değildirler: Ancak diğer mezheplere göre onlar da
pis sayıldığı için, onların değdiği yeri dahi yıkayarak namazlarını
kılanlar daha ihtiyatli davranmış olurlar.Bu konuda kolonya ve ispirto
için de aynı şeyler söylenir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:48 am

ALLAH (C.C)
Kâinatın
ve kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratıcısı, koruyucusu olan tek
varlık, ibâdet edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Huda'ya ait özel isim. En
yüce varlık olarak inanılan, bütün kemâl sıfatları şahsında bulunduran
ve her türlü noksan sıfatlardan uzak olan gerçek Ma'bud. Varlığı zorunlu
olan tek yaratıcıya ait yüce bir isim. Bu isimle çağrılan bir başka
varlık olmamıştır, olmayacaktır da.
İsim, ifade ettiği ilâhî manasıyla yalnız Allah'a aittir ve hiçbir
kelime bu ismin manasını ve muhtevasını ifade gücüne sahip değildir. Bu
isim başkası için de kullanılamaz (Meryem Suresi, 19/65).
İsmin, ait olduğu yaratıcı bir olduğundan, ikili ve çoğulu da yoktur.
Ancak cinsleri olan varlıkların isimleri çoğul yapılabilir. Cinsleri
olmayanın ismi de çoğul yapılamaz. Lisanımızda "şehirler" denilir ancak
yine bir şehir olan fakat bir ikincisi olmayan İstanbul için
"İstanbullar" denilerek çoğul yapılamaz. Ancak muhtelif lisanlarda
Allah'u Teâlâ'nın ayrı ayrı isimleri olabilir. Türkçe'de Tanrı,
Farsça'da Hudâ, İngilizce'de God, Fransızca'da Dieu gibi. Ne var ki bu
isimler "Allah!' gibi özel isim değildir. ilâh, rab, ma'bud gibi cins
isimdirler. Arapça'da ilâhın çoğuluna "âlihe", rabbın çoğuluna "erbâb"
denildiği gibi Farsça'da Hudâ'nın çoğulu da "hudâyân" ve lisanımızda da
"tanrılar", rablar, ilâhlar, ma'budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek
ma'bud -Allah- için kullanıldığı gibi, Allah'ın dışında gerçek olmayan
bir nice ma'bud kabul edilen şeyler için de kullanıla gelmiştir. Eski
Türklerde gök tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar'da güzellik tanrıçası,
bereket tanrısı, vs olduğu gibi. Halbuki "Allahlar" denilmemiş ve
denilemez. Manasındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne
tanrı kelimesiyle ne de bir başka kelimeyle tercüme edilebilir.
İslâm'ın temel ilkesi olan "Lâ İlâhe İllâllah" tevhid kelimesi, meselâ
Fransızca'ya tercüme edildiği zaman "Diyöden başka diyö yok" Türkçe'ye
aktarılmasında "İlâhtan başka ilâh yoktur." denir. O zaman da Allah
kelimesi "ilâh" kelimesiyle tercüme edilmiş olur. Bu da yanlış bir
tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir. Kelime-i
Tevhid "tanrı" kelimesiyle Türkçe'ye çevrildiğinde aynı çarpıklık ve
yanlışlık ortaya çıkar. "Allah" kelimesinin kökenini araştıran dil
bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli
görüş; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden
aynen kullanıldığı ve has bir isim olduğudur.
Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen
veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar
canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık veren, öldüren-dirilten,
dilediğini dilediği şekilde idare ve tasarrufu altında bulunduran,
varlığı bir başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören,
işiten, yarattıklarında en ufak bir çarpıklık ve dengesizlik bulunmayan,
herşeye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya
tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir
benzeri daha bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök ve yer
cisimlerinin itirazsız itaat ettiği, boyun eğdiği, ismini ululadığı,
ibadet edilmeye lâyık Hak mabud. Allah, mabud olduğu için Allah değil,
Allah olduğu için mabudtur. Onun İlâh oluşu, ibadete lâyık oluşu, bir
başka sebepten değil; kendi 'zat'ının yüceliğindendir. insanlar zaman
zaman putlara, ateşe, güneşe, yıldızlara, millî kahramanlara veya
hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye tapınmışlar; bu
hâlleriyle de onları ilâh ve mabud edinmişler, bilâhare bunlardan
cayarak, onları tanımaz ve tapınmaz olmuşlardır. O zaman da daha evvel
mabudlaştırdıkları varlıkların mabudluk vasıfları yok olur. Hülâsa
Allah'ın dışındakiler ancak insanların mabudlaştırmalarıyla mabud
telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa
da; ibadet etse de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibadete
lâyıktır. Beşerin inkârı onu Allah olmaktan uzaklaştıramaz.
İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her
asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapınma meyli; dolayısıyla bir
dîni inanca eğilim vardır. Batılı dinler tarihi yazarlarının bir çoğuna
göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî sebeplere bağlanmış ise de,
müslüman âlimlerin genel kanaatlarına göre tamamen fıtrî ve doğuştandır.
İlk insan olan Hz. Âdem'in yaratılışından önce Allah ile melekler
arasında cereyan eden konuşmayı (el-Bakara, 2/30) ve bu konuşmada
Âdem'in-insanın- Allah'ın halifesi olarak yaratılması hususunu
düşündüğümüzde de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına
Allah'a halife olacak özellikler verilmiştir. Bu da bize Allah'a
bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu bildirir. Hz. Peygamber'in
(s.a.s.) "Her doğan insan, İslâm fıtratı üzere doğar, onu Mecusi,
Hristiyan veya Yahudi yapan ana ve babasıdır" (Müslim, Kader, 25;
Buhârî, Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17) hadisi ve "Sizi karada ve
denizde yürüten odur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde
bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla
sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her
yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen
kuşatıldıklarını, (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini
yalnız Allah'a halis kılarak Ona yalvarmağa başlarlar. And olsun eğer
bizi bu (felâket) den kurtarırsan, şükredenlerden olacağız. (derler).
(Yûnus, 10/23)" ayeti de keza Allah inancının -her ne suretle ortaya
çıkarsa çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat
etmektedir.
Nereye gidilmişse orada basit ve batıl da olsa bir dîne, bir tanrı
fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara
tapanlar, ateşi, güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi bütün bunların
üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden,
esirgeyen bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları
şeyleri Ona yaklaşmak için birer vesîle edinmişlerdir." "Biz, bunlara,
sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (ez-Zümer, 39/3)
Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda
inanç konusundaki birlik, dîn fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî
olduğunu ispat etmektedir.
Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya Kadir olan bir Allah'a
inanmak, ergenlik çağına gelen akıllı her insana farzdır. İlâhî dinlerin
kesintiye uğradığı dönemlerde yaşayan insanlar bile, akılları ile
Allah'ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah'a îmanla
mükelleftirler.
Akıl ile Allah'ın bilinebileceğine, birçok ayet delîl olarak
gösterilebilir. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Hz. İbrahim'in daha
çocukluk dönemlerinde iken parlaklıklarına bakarak yıldızı, ayı, güneşi
Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile
zamanla yok olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk etmesi ve neticede
gerçeği görerek "...ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan varedene
çevirdim ve artık ben Ona ortak koşanlardan değilim. " (el-En'âm, 6/79)
ayetidir. Maturîdiyye mezhebine göre Allah'a iman, insan fıtratının
icabıdır. Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara bakarak
bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. "Akıl ve
nazar 'marifetullah'da kâfidir." derler. "Göklerin ve yerin yaratıcısı
olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır? " (İbrahim, 14/10) ayetini
delil gösterirler. Eş'ariye imamları ise "akıl ve nazar 'marifetullah'da
kâfi değildir." derler ve "Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara
azap etmeyiz. " (el-İsrâ, 17/15) ayetini delîl gösterirler. Netice
olarak, semavât ve arzın yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelmesinde ve kâinatta meydana gelen insan gücünün dışındaki
binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde
her akıllının kabul edebileceği gibi, Allah'ın varlığını ispat eden
delîller vardır. (el-Bakara, 2/164).
Allah'ın zatı üzerinde düşünmek haramdır. Onun zatını idrak etmek aklen
mümkün değildir. (Çünkü Allah'ın hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir şey O'na
denk değildir. (İhlâs, 112/1-5). Gözler Onu idrak edemez, (el-En'âm,
6/103). Çünkü aklın ulaşabildiği ve kavrayabildiği şeyler ancak madde
cinsinden olan şeylerdir. Allah ise madde değildir. Duyu organlarımızla
tespitini yaptığımız ve hâlen yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan
uzak olan bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Yaratılan ise
yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir. Allah'ın varlığına inanmak,
her müslümanın ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. İslâm
ıstılâhına göre inanmak ise Allah'ın varlığına, birliğine, yani,
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve inanılması gereken diğer hususlara
(Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve
kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp
ile tasdik etmektir. İnanan insana mümin, inanmayana ise kâfir denir.
Akıl sahibi olan her insanın, Allah'ın varlığına inanması gerekir.
Allah'ın varlığına inanmak, insan fıtratının icabıdır. Allah'ın varoluşu
vaciptir, zarûrîdir. Varlıklar vücud bakımından üç türlüdür:
a) Vâcibu'l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan, olmaması mümkün olmayan
varlık. Bu da sadece Allah Teâlâ'dır.
b) Mümkinu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olan, yani, varolması da, olmaması da
mümkün olan varlıklardır ki Allah'ın dışında tüm yaratıklar böyledir .
c) Mümteniu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan. Allah'ın eşi ve benzerinin
olması gibi. Allah'ın eşi ve benzerinin olması mümkün değildir.
Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliğinden) Allah'tır.
Kur'an'da Allah hakkında varid olan birçok vasıflar onun bir cisim
olduğunun delili değil, ancak ona ait mecazi vasıflamalardır. (Bk: 5/69;
38/75; 39/67; 54/14; 2/109, 274; 6/52; 18/27 ayetler) Bu sıfatlarla
Allah'ı cisimlendirme veya bir başka varlığa benzetme sözkonusu
değildir.
Bütün yaratıkların ilâhı bir tek ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. O
rahman ve rahîmdir. (2/163). Üçyüzaltmış putu kendilerine ilâh kabul
eden Mekkeli müşrikler, bu muazzam âlemin bir tek ilâhı olduğu gerçeğini
duyunca hayret etmişler, "Ey Muhammed! bu kadar insanlara bir ilâh
nasıl yetişir." demişlerdi. Müşriklerin maddeci görüşlerini reddedip
Allah'ın tek yaratıcı olduğuna, varlığının isbatına delil olacak birçok
âyetlerden biri de şudur: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde
ta, sıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan
yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer
ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde
elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine)
delîller vardır. " (el-Bakara, 2/164)"
Her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak,
bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. Bir bilginin
kesinlik kazanması için o konuda ispat edici deliller aranır. Allah'ın
varlığı hakkında da bilgimizin kesinlik kazanması için birçok deliller
vardır. Bu deliller, aklî ve naklî deliller olmak üzere iki grupta
toplanabilir.
A) Aklî deliller
1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah'ın varlığını ispat.
Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur. O halde, başlangıcı olmayan bir
var ediciye muhtaçtır. Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin,
varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır. O mucidin de
varlığının kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması gerekir. Bir başka
yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah
Teâlâ'dır. bu halde bu âlem vâcibu'l vücud olan bir yaratıcıya
muhtaçtır. Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil. Kelâm âlimleri
bu delîli şöyle açıklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir
(sonradan varolmuştur). Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise
(mucide) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce
Allah'tır. Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle
ispat edilmiştir. Şöyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana
gelmiştir. Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme),
iftirâk (ayrılma) hâlleridir. Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört oluş)
denir. Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren
sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur. Sükûndan sonra
hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık
hâllerinin oluştuğu gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler.
Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının
delilidir. Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları
gerekirdi. Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok
olmamaları gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyorlar. O halde
vacip değil, hâdistirler. Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar,
kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir.
Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur.
Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle
birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren
hâdistir sonradan yaratılmıştır. Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı
vardır. O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı,
yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ'dır.
Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur.
Yani vücudu sonradan yaratılmıştır. O hâlde o da, varlığında başka bir
yaratıcıya muhtaçtır. Şayet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir
yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru
silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise
batıldır, mümkün değildir. Varlığı farzedilen bu yaratıcılar
silsileşinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her
bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması
şarttır. Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah'tır.
b) İhtirâ (İcat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan
var edilmiştir. Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir. Bu
âlemin de bir var edicisi vardır. O da Allah'tır. Âlemde gördüğümüz
herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur. Her birinin
varlığının bir başlangıcı vardır. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl
gibi hâller icat olunuyor. İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye
bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar
kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar. O da,
varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, herşeyi bilen ve herşeye güç
yetiren Allah 'tır
c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan)
bir varlıktır. Terkip olunan her varlık, kendinden önce varolan bir
terkip ediciye muhtaçtır. Terkip olunan varlık, parçalardan meydana
gelir. Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O
halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının
birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır. Her sonradan yaratılan gibi o
da bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden
başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların
teselsülü gerekir. Teselsül ise batıldır. O hâlde bu yaratıcı,
varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır. O da,
Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır.
2-İmkân Delîli
a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır. Her
mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem
de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O kuvvet de
bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır. O da Allah'tır.
b) Hakîkatta bir mevcut vardır. Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da
varlığı ve yokluğu mümkün olandır. Varlığı zatından ise; bu özelliğe
sahip olan yalnız Allah'tır. Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün
olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi
için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç
vardır. O yaratıcı-müreccih ise Allah'tır.
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin hareket
hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir. Madde ve maddedeki hareketin
mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu
söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir.
O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam
edip gidemez. Bu hareket silsileşinin bir noktada durması ve ilk
hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye
dayanması zarûrîdir. O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır.
3- İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli. içinde bulunduğumuz âleme dikkatle
bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir
benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz. Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa
canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır. Âlemde varolan
hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır. Bu âlem bir
güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur. Âlemde en değerli varlık olan
insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir.
Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. İnsanın yaratılışı
güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah'ı bilmek,
tanımak ve O'na ibadet etmektir. İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her
mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır. İşte âlemde
görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün
bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o
varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi
bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud olan Yüce Allah'tır.
Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile getiren bir çok ayet vardır. (Bakara,
2/22, Nebe', 78/6-16, ....)
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl
sahibi, Allah'ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp
müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını
keşfedebilir. Bunun için Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının
varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde
düşünmelerini, akletmelerini istemektedir. Aklı delillere ilâveten
Allah'ın varlığını isbat eden naklî delillere de kısaca göz atalım.
B) Naklî Deliller:
Naklî delillerden kastımız, Allah'ın varlığını dile getiren ve üzerinde
düşünmemizi isteyen Kur'an ayetleridir. Sayıca bir hayli kabarık olan bu
ayetlerden sadece birkaç tanesini zikredeceğiz:
1- "Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için birer kazık kılmadık
mı? Sizi çift çift yarattık, uykunuzu dinlenme vakti kıldık, geceyi bir
örtü yaptık, gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık, üstünüze yedi kat
sağlam gök bina ettik, parlak ışık veren güneşi varettik, taneler,
bitkiler ve ağaçları sarmaş-dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış
bulutlardan bol yağmur indirdik." (Nebe', 78/6-16).
2- "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde,
Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü
canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade
duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır."
(el-Bakara, 2/164).
3- "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz?
Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır.
Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi. Sonra yine oraya geri
çevirecek ve tekrar çıkaracaktır. " (Nûh, 71/15-18).
4- "Şimdi gördünüz mü attığınız meniyi? "
"Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü
takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş değildir. (Size böyle ölümü
takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi
bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz,
(bunu) düşünüp ibret almanız gerekmez mi? Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi
onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir
çöp yapardık, hayret ederdiniz. 'biz borçlandık, doğrusu biz yoksun
bırakıldık! (derdiniz). İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan
indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. ,
Şükretmeniz gerekmez mi? Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz
mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden
gelip geçenlere bir fayda yaptık. Öyleyse Ulu Rabb'inin adını yücelt. "
(el-Vâkıa, 56/58-74).
5- "Yer ve gökleri yaratan Allah'u Teâlâ'nın varlığında şüphe edilir
mi?" (İbrahim, 14/10).
6- "Andolsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka
"Allah" derler, "Hamd Allah'a lâyıktır" de. Hayır, onların çoğu
bilmiyorlar. " (Lokman, 31/25).
7- "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dîne çevir: Allah'ın
yaratma kanununa (uygun olan dîne dön) ki, insanları ona göre
yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. işte doğru dîn odur.
Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30/30).
Allah'ın sıfatları: İslâm'da iman esaslarının ilk ve en mühim şartı
Allah'a imandır. Allah'a iman ise; yalnız Allah'ın mücerret zat-ı
ilâhisine inanmakla olmayıp, aynı zamanda o yüce varlığın zatı hakkında
vacip olan "Kemâl sıfatlarıyla", yüce zatına vasfedilmesi mümkün olmayan
"noksan sıfatlara" ve zat-ı ilâhisi hakkında inanılması caiz olan
sıfatlara toptan ve tafsilatlı olarak inanmakla olur. Zatî ve sübûtî
sıfatlar olarak iki bölümde ele alınan bu sıfatlar sırasıyla şunlardır:
Zatî sıfatlar
1-Vücut. Bu sıfat, Allah'ın var olduğunu ifade eder. Allah vardır ve en
büyük varlık O'dur. O'nun varlığı, herşeyin varlığından daha
belirgindir. Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı. Kâinatın varlığı
O'nun varlığına en büyük şahittir. Âlemde hiçbir şey kendi kendine var
olmuş değildir. Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok
olabilir. Halbuki çevremizde sayılamayacak kadar varlık vücuda gelmekte
ve yok olmaktadır. En ufak çarpıklık olmaksızın, en ince hesaplarla var
olan ve varlığını çarpıcı özellikleriyle devam ettiren bu âlemin
tesadüflerle ortaya çıkması ve varlığını devam ettirmesi mümkün
değildir. Bütün bunlar, bu âlemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet
sahibi bir yaratıcının varlığının şüphe götürmez delilleridir .
Allah'ın varlığı, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp; ilâhî vücudu,
zatının gereğidir. Vücudu zatının icabı olduğu içindir ki; Allah'a
"Vâcibu'l Vücud" denmiştir. Allah'ın zatının ve sıfatlarının hakikatini
anlamak; sıfatlarının zatının aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zıt bir şey
mi olduğu hususunu kavrayabilmek aklen mümkün değildir. Allah'ın ilâhî
vücudu ister zatının aynı, ister gayrı olsun, her mükellefe vacip olan
husus; Allah'ın var olduğuna inanmaktır. O'nun varlığına inanmamızı
gerektiren akli ve naklî delilleri yukarıda izah ettik.
Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir. Yokluk, Allah
için muhâl olan noksan sıfatların birincisidir. Allah'ın yokluğu ne
geçmişte, ne de gelecekte mümkündür.
2-Kıdem. Allah'u Teâlâ, varlığı, zatının icabı olduğu için kadîmdir
ezelîdir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah'ın var
olmadığı bir zaman düşünülemez. Eğer Allah kadîm-ezeli olmasaydı, hâdis-
(sonradan var olmuş) olurdu. Sonradan var olan her şey, kendisini icat
eden bir (muhdise)- yaratıcıya muhtaçtır. Aksi takdirde yok olan bir
şeyin varlığını yokluğuna tercih eden bir yaratıcı olmadan meydana
gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün düşünürlere göre batıldır. Allah
kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç
olurdu. Halbuki Allah'ın vücudu, zatının icabıdır. Yani varlığı
kendindendir. Bir şeyin bir anda hem var, hem de yok olması ise mümkün
değildir. Öyleyse Allah hâdis değil, kadîmdir.
Kıdem sıfatının zıddı "Hudûs-sonradan var olma" sıfatıdır. Allah kadîm
olduğu için O'nun hâdis olması aklen mümkün değildir.
3-Bekâ. Allah ebedîdir, varlığının sonu yoktur. O daima vardır. Varlığı
kendinden olduğu için O, hem kadîm ve eze!î; hem de bakî ve ebedîdir.
"O, evvel ve ahirdir." (el-Hadîd, 57/3), "Kâinattaki her şeytani -yok
olucudur. Celâl ve İkram sahibi olan Rabb'im -zatı bakî'dir- ebedî'dir-.
" (er-Rahman, 55/27) Bu ayet-i kerimeler, Allah'ın bakî olduğunun
delilleridir. Allah'ın vücudunu harici bir kuvvet yok edemez. Çünkü
kadîm olan Allah'ın dışındaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan
yaratılmıştır.) Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatın vücudunu yok
edemez. Zira vacibü'ı-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik
sıfatlardan uzaktır. Varlığını devam ettirememe acizliktir. Acizlik ise
noksanlıktır. Allah noksanlıktan münezzehtir. O'nu yok edecek bir
kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bakîdir, varlığının sonu yoktur.
Bekâ'nın zıddı "fena -(bir sonu olmak)"dır. Allah'ın fânî olması ise
aklen muhaldır.
4-Muhalefetü'n li'l-Havâdis. (Sonradan vücut bulan varlıklara
benzememe). Allah zat ve sıfatı ile sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye
benzemez. Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkında akla
aykırıdır, mümkün değildir. Sınırlı olan aklımızla Allah'ı nasıl
düşünürsek düşünelim, hayâlimizde nasıl canlandırırsak canlandıralım, O,
bizim düşündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin
hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varlıktır.
Hayalimizden geçirdiğimiz bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan,
varlığı, bir başkasının varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya
mahkûm, noksan varlıklardır. Allah ise her türlü noksanlıklardan uzak
mükemmel ve mukaddes bir varlıktır. Böyle yüce bir varlık, önce yok iken
var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez. Allah kendi
zatını "O 'nun benzeri yoktur. O, herşeyi işitici ve görücüdür. "
(eş-Şûrâ, 42/11)" ayetiyle vasıflandırmıştır. Peygamberimiz de (s.a.s.),
"Allah aklına gelen her şeyden başKadir. " buyurmuştur. Allah, sonradan
olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık
olurdu. Kadim ve bakî olan bir varlık ise hâdis olamaz. Başkasına
benzemeye muhtaç olan bir varlık, benzediği varlığın ve diğer
varlıkların yaratıcısı olamaz. Allah, tek yaratıcı olduğuna göre,
yarattıklarına benzemez ve muhalefetü'n li'l-havâdis sıfatıyla
muttasıfdır. Bu sıfat aynı zamanda, Allah'ın, diğer varlıklarda bulunan
cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek, yemek,
içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da
uzak olduğunu ifade eder." (Fetih, 48/10; er-Rahman, 55/27; Tâhâ, 20/5).
ayetlerinde geçen "Allah'ın eli", "Allah'ın yüzü", ''Allah'ın arşı
istiva-istilâ etmesi" gibi maddî varlıklara ait sıfatların Allah
hakkında kullanılmış olması, Allah'ın başka varlıklara benzediğinin
delili değildir. Bu kelimelerin hepsi mecazî anlamındadır. Allah'ın eli:
Allah'ın kudreti; Allah'ın yüzü: Allah'ın zatı manasında
kullanılmıştır.
5-Kıyâm Binefsihi. Her şey, kendi dışında bir varlığın yaratmasına
muhtaç olduğu halde, Allah, başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan
kendi kendine vardır. Bu sıfatın zıddı olan "mutlak ihtiyaç" Allah
hakkında muhal olan noksan bir sıfattır. Âlemde bulunan her varlık, yar
olmasında ve varlığının devamında bir yaratıcıya muhtaçtır. Hiç bir şey
kendi kendine var olmamıştır, varlığı sonradan vücûda gelmiştir. Buna
mukabıl Allah'ın varlığı kendi zatı'nın gereğidir, var olmasında,
kendinin dışında bir başka varlığa muhtaç değildir. Zatı düşünüldüğü
zaman, vücudu da zatıyla beraber düşünülür. Ne zatı vücudundan, ne de
vücudu zâtından ayrı tasavvur edilemez. Kâinatın var olması, kendinden
evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratıcı sayesindedir, O'da
Allah'tır. Allah yaratıcıdır, diğer varlıklar ise yaratılandır.
Yaratıcı, yaratılana muhtaç olamaz.
"Ey insanlar! Siz, Allah'a muhtaçsınız. Allah ise -her şeyden-
müstağnîdir (muhtaç değil), öğünmeye lâyık olandır." (Fâtır, 35/15)
"Şüphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir." (el-Ankebut, 29/Cool.
6-Vahdâniyet. Allah'ın her yönden bir olduğunu bildiren vahdaniyet, bir
kemal sıfatı olduğu için, bu sıfatın zıddı olan "birden fazla olmak, bir
ortağı bulunmak", Allah hakkında mümkün olmayan bir sıfattır. Allah
birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Bütün semayı dinlerdeki inanç
esaslarının temelini "Allah'ın birliği" sıfatı oluşturur. Bu inanca
"Tevhîd Akîdesi" denir. Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel
is, Allah katında makbûl değildir. En son ve en mükemmel din olan
İslâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün insanları öncelikle bu
temel inanca çağırmıştır. Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün
varlıkların ve bütün insanların Rabb'ıdır. Her şeyi yaratan, rızkını
vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O'dur. O'nun ortağı,
oğlu veya kızı yoktur. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'nun
eşi ve benzeri olamamıştır. Bu inanç ile İslâmiyet insanları Allah'ın
dışındaki varlıklara kul köle olmak zilletinden kurtarmış, onlara mutlak
istiklâllerini iade etmiş. Allah'ın birliği fikrini zedeleyen her türlü
kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibadeti, insanın
insana köle ve esir olma despotluğunu ortadan kaldırmış, Allah'tan
başkalarını rab edinmeyi en büyük günah ve şirk kabul etmiştir. Böylece
İslâmiyet, dünyaya akıl, ruh ve ahlâk sahalarında olduğu kadar, fizikî
sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş; tevhîd akidesiyle bütün
insanların tek bir mabûdu olduğunu, dolayısıyla beşeriyetin de bir ana
ve babadan meydana geldiğini ifade ederek "beşer ırkında birlik" fikrini
telkin etmiştir. Her müslüman Allah'ın bir olduğunu söylemeli ve bu
inancını Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle, ibadetine dolaylı olarak
da olsa hiçbir şeyi veya kimseyi ortak koşmamakla ispat etmelidir. Bu
noktada, sözü ile ibadetindeki birlik ruhu aynı olmalıdır. Allah'ın
birliğine delil olan ayetlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
a) "De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey varlığını ve
varlığının devamını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiç bir ,
şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek
varlık O'dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası
tarafından)doğurulmamıştır. Hiçbirşey O'nun dengi olmamıştır." (İhlâs,
112/1-4) .
b) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim
taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak
değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size,
benim dinim banadır." (Kâfirûn, 109/1-6).
c) "Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (Fâtır, 35/3).
d) "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı) muhakkak ki her
tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de
diğerine galebe ederdi." (Mü'minun, 23/91)
e) "Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı,
her ikisi de harap olurdu." (el-Enbiyâ, 21/22).
Allah, zatında, ilâhlığında, mabud ve yaratıcı oluşunda birdir. Ondan
başka yaratıcı yoktur. Kâinatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye
gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun içindir ki ikinci bir Allah'ın
varlığına imkân yoktur. Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki
Allah'tan biri kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise, diğeri
zâid-fazla olmuş olurdu. Bunun aksine, yalnız başına kâinatı yaratmaya
muktedir değilse, bu durumda da aciz-güçsüz olurdu. Aciz ve zâit olan
bir zat ise Allah olamaz. Bu nedenle Allah vardır ve birdir.
Sübûtî sıfatlar
7-Hayat. " Allah hayat sahibidir. " (Âli İmrân, 3/2). Bu sıfat, Allah'ın
zatına vacip olan sıfatlardandır. Fakat Allah hakkında vacip olan bu
sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan
geçici ve maddi bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir. Allah hakkındaki
vücut sıfatının kamil olması, O'nun diri olmasıyla mümkündür. Hayatın
zıddı ölümdür. Ezelî olan Allah hakkında ölümü düşünmek, akla aykırıdır.
Bir varlık hem ezelî, hem de ölümlü olamaz. İlim, irade, kudret ve
diğer kemâl sıfatlarını zatında bulunduran Allah'ın diri olması
zaruridir. Çünkü ölünün âlim, her şeye güç yetiren, işitici, görücü
olması düşünülemez. Ölüm, bir noksanlık sıfatıdır. Allah ise
noksanlıklardan uzaktır. O hâlde Allah'ın hayat sahibi olduğu bir
gerçektir. Bu sıfat, ancak Allah'ta ezelî ve ebedîdir.
"Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi (olan Allah)'a dayanan. "
(el-Furkan, 25/58).ayeti ve benzeri ayetler Allah'ın, hayat sahibi
olduğunu ifade eder.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:48 am

ALLAH GÖKLERDEDİR" DEMEK CAİZ MİDİR? Cenab-ı Allah ezeli olduğu ve mücessem olmadığı
için, hadis olan gökte olması mümkün değildir. Cenab-ı Allah mekan ve
yönden münezzehtir. Mekan ve yön olmadan O var idi.
Bunun için mekan ve yön şaibesini veren ayet ve hadisleri te'vil etmek
gerekir.
Allah'a mekan ve yön ispat eden kimsenin kafir olup olmadığı hususunda
ihtilaf vardır. Alimlerin çoğu kafir olmadığına hükmediyorlar
(el-Fetava'l Hadisiyye). Çünkü, mesela, "er-Rahmanü alel arşi's-teva"
gibi ayetlerin zahiri, bu manayı ifade ediyor. Hatta Şa'bi, İbnü'l
Müeyyeb ve Süfyan gibi zevatlar da "te'vil etmeden bu tip ayet ve
hadislere iman etmek gerekir" diyorlar.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:48 am

ALLAH`IN VARLIĞINA AKLÎ DELİLLER
1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah'ın
varlığını ispat.
Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur. O halde, başlangıcı olmayan bir
var ediciye muhtaçtır. Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin,
varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır. O mucidin de
varlığının kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması gerekir. Bir başka
yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah
Teâlâ'dır. bu halde bu âlem vâcibu'l vücud olan bir yaratıcıya
muhtaçtır. Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil. Kelâm âlimleri
bu delîli şöyle açıklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir
(sonradan varolmuştur). Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise
(mucide) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce
Allah'tır. Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle
ispat edilmiştir. Şöyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana
gelmiştir. Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme),
iftirâk (ayrılma) hâlleridir. Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört oluş)
denir. Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren
sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur. Sükûndan sonra
hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık
hâllerinin oluştuğu gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler.
Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının
delilidir. Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları
gerekirdi. Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok
olmamaları gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyorlar. O halde
vacip değil, hâdistirler. Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar,
kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir.
Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur.
Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle
birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren
hâdistir sonradan yaratılmıştır. Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı
vardır. O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı,
yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ'dır.
Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur.
Yani vücudu sonradan yaratılmıştır. O hâlde o da, varlığında başka bir
yaratıcıya muhtaçtır. Şayet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir
yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru
silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise
batıldır, mümkün değildir. Varlığı farzedilen bu yaratıcılar
silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her
bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması
şarttır. Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah'tır.
b) İhtirâ (İcat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan
var edilmiştir. Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir. Bu
âlemin de bir var edicisi vardır. O da Allah'tır. Âlemde gördüğümüz
herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur. Her birinin
varlığının bir başlangıcı vardır. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl
gibi hâller icat olunuyor. İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye
bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar
kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar. O da,
varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, herşeyi bilen ve herşeye güç
yetiren Allah 'tır
c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan)
bir varlıktır. Terkip olunan her varlık, kendinden önce varolan bir
terkip ediciye muhtaçtır. Terkip olunan varlık, parçalardan meydana
gelir. Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O
halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının
birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır. Her sonradan yaratılan gibi o
da bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden
başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların
teselsülü gerekir. Teselsül ise batıldır. O hâlde bu yaratıcı,
varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır. O da,
Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır.
2-İmkân Delîli
a)
Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır. Her mümkün,
varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem de, var
olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O kuvvet de bu
âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır. O da Allah'tır.
b) Hakîkatta bir mevcut vardır. Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da
varlığı ve yokluğu mümkün olandır. Varlığı zatından ise; bu özelliğe
sahip olan yalnız Allah'tır. Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün
olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi
için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç
vardır. O yaratıcı-müreccih ise Allah'tır.
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin hareket
hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir. Madde ve maddedeki hareketin
mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu
söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir.
O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam
edip gidemez. Bu hareket silsileşinin bir noktada durması ve ilk
hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye
dayanması zarûrîdir. O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır.
3- İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli. içinde bulunduğumuz âleme dikkatle
bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir
benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz. Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa
canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır. Âlemde varolan
hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır. Bu âlem bir
güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur. Âlemde en değerli varlık olan
insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir.
Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. İnsanın yaratılışı
güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah'ı bilmek,
tanımak ve O'na ibadet etmektir. İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her
mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır. İşte âlemde
görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün
bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o
varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi
bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud olan Yüce Allah'tır.
Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile getiren bir çok ayet vardır. (Bakara,
2/22, Nebe', 78/6-16, ....)
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl
sahibi, Allah'ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp
müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını
keşfedebilir. Bunun için Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının
varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde
düşünmelerini, akletmelerini istemektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:48 am

ALLAH'IN (C.C.) KONUŞMASI Imam Gazalının bir eserinde Allah'ın , konuştuğunu okudum,
bu doğru mudur?
Elbette doğrudur. Çünkü Allah'ın (c.c.} sıfatlarından biri de "Kelâm"
yani, konuşmadır. Zaten O kendisi Kur'ân-ı Kerimde'de peygamberlerle
konuştugunu bildirmektedir. Ancak O, yaratıklara ve bu arada insanlara
hiçbir konuda benzemediği gibi, konuşmada da benzemez. O Kur'ân-ı
Kerim'de kendisinin hiçbir şeye benzemediğini bildirdikten sonra, bizim
O'nun, meselâ konuşmasını insanın konuşmasına benzetmemiz O'nu
yalanlamak olur ki, bu küfürdür. O konuşur, ancak konuşmasının
niteliğini biz anlayamayız, konuşma özelliğinin (sıfatını) olduğuna
inanırız, o kadar. Nitekim indirdiği kitaplar ve bu arada Kur'ân-ı Kerîm
onun kelamı, yani konuşmasıdır. Zaten onun bir adı da "Kelâmullah"dır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:48 am

ALLAH'TAN BAŞKALARI ADINA EDİLEN YEMİNLER Allah'tan başkaları adına edilen yeminler iki
kısımdır:
a- Babalar, anneler, melekler vs. gibi Allah'tan başka varlıklar adına
edilen yeminler: Bu şekilde yemin etmenin caiz olmadığını, Hz.
Peygamber'in böyle yemin etmeyi men ettiğini yukarıda belirtmiştik.
Böyle sözlerle yemin etmek caiz olmadığına göre, buna yemin demek de
doğru değildir.
b- Bir şarta bağlanarak edilen yeminler: Bu gruptaki yeminleri de iki
kısımda ele almak mümkündür:
ba- Ibadet ve taat cinsinden bir şeye bağlananlar: Meselâ bir kimse "şu
işi yaparsam üç gün oruç tutayım" dese, bu bir bakıma yemindir. Çünkü o
işi yapmaktan nefsini menetmek maksadıyla o sözü söylemiştir. Bir başka
açıdan da nezir (adak)tır. Çünkü bir ibadeti yapmayı, bir şarta
bağlamıştır. Bu târz bir ifadenin nezir olarak değerlendirilmesi daha
isabettir (Kasânî, III, 21).
bb- Ibadet ve taate bağlanmayıp, talak veya köle azadına bağlanan
yeminler: Bir kimse karısının boş olmasını veya kölesinin hür olmasını
bir şartın tahukkukuna bağlarsa, talakla. veya köle azadı ile yemin
etmiş sayılır. Böyle yeminlere tâliki talak da denir. Böyle sözlerin
yemin olarak değerlendirilmesi kişiyi bir fiili yapmaya teşvik veya
yapmaktan men etme konusunda kuvvet vermesinden dolayıdır (Ö. Nasuhi
Bilmen, Hukukî Islâmiyye ve Istıhâhâtı Fıkhıyye Kamusu, II, 232).
Bu maddede söz konusu edilen şartın tahukkuku halinde şayet adamın
maksadı kendisini bir işi yapmaya teşvik veya yapmaktan menetmek değil
de karısını boşamak veya kölesini azad etmekse, şartın vukuu halinde
karısı boş veya kölesi azad olmuş olur. Bu konuda ulema arasında her
hangi bir görüş ayrılığı tesbit edilmemiştir. Çünkü bu yemin değil,
talakı veya itakı şarta bağlamaktır. Ama eğer kişinin maksadı, karısını
boşamak değil de, kendisini bir işi yapmaya veya yapmamaya zorlamak ise
hüküm nedir? Işte bu konuda bazı değişik görüşler vardır. Konuyu bir
örnekle anlatalım: Içki müptelası olan bir kimse içkiyi bırakmak ve
nefsini bu işe mecbur etmek maksadıyla "Bir daha içki içersem karım boş
olsun" veya "bir daha içersem şart olsun" dese ve daha sonra yeminini
bozsa yani içki içse bu durumda ne uygulanacaktır? Bu konuda üç görüş
vardır:
1- Bu söz tamamen geçersizdir; ne talaktır ne de yemindir. Çünkü ne
Allah'ın istediği bir şekilde karı boşama, ne de bir yemin etmedir. O
halde böyle bir söz söyleyen ve sonra bozan kişinin karısı boş olmaz,
kendisine yemin keffareti de gerekmez. Bu görüş Hz. Ali'ye nisbet
edilmektedir. Zahirîler ve bazı Mâlikîler de bu görüştedir.
2- Böyle bir söz söyleyen kişi yemin etmiş ve yeminini bozmuştur. Çünkü
adamın maksadı karısını boşamak değil, kendisini içki içmekten men
etmektir. Dolayısıyla kişi ettiği yemini bozduğu için kendisine yemin
keffareti icabeder; karısı boş olmaz. Hanbelîlerden Ibn Teymiye ve Ibn
Kayyim el-Cevziyye bu görüştedir (Ibn Teymiye el-Fetava'l-Kübra, 1-5,
Beyrut, II, 110; Ibn Kayyim el-Cevziyye, Ilâmu'l-Muvakkîn, IV, 17 vd.).
3- Talak veya köle azadının bir şarta bağlanması ve şartın tahakkuku
halinde, karı boş veya köle hür olur. Yukarıdaki misalımizde, adam içki
içtiği zaman karısı boş olmuş olur. Dört mezhebin görüşü bu
istikamettedir (Kâsânî, a.g.e., III, 21 vd.; Merginânî, a.g.e., II, 250
vd.; Mevsılî, a.g.e., III,140 vd.; Ibn Kudâme, a.g.e., VIII, 335, 336;
Ö. Nasuhî Bilmen, a.g.e., II, 232; vd.; Zühaylî, a.g.e., III, 388 vd.).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:48 am

ALT MUDARABE
Mudaribin sermayeyi bizzat işletmesi şart değildir. Işleri yürütürken
başkalarını çalıştırması mümkün olduğu gibi, sermayeyi çalıştıracak
başka birisine vermesi de mümkündür. Böylece alt mudârebe meydana gelmiş
olur. Sermaye sahibine karşı ilk mudârib muhatap olacağı için onun
menfaatı haleldar olmaz. Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı
artabilir (es-Serâhsî, a.g.e., XXII, 98; el-Kâsânî, a.g.e., VI, 96;
Ibnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 70 vd.).
Mudâribin yaptığı işi daha düzenli ve geniş ölçüde bir girişimci işletme
yapabilir. Bu işletme birçok kimsenin tasarruflarını mudarabe
yönetimiyle işletmek üzere teslim alırsa vadelerine göre ayrı fonlarda
toplar. Bunları ticaret işlerinde bizzat işletebileceği gibi. Mudârabe
akitleriyle piyasada dürüst iş yapan yetenekli işletmecilere de
aktarabilir. Böylece; mevduata daha fazla devir sağlayarak kâr marjını
yükseltebilir.
Kısaca, kâr-zarar ortaklığı biçiminde çalışan bir finans kurumuna
yatırılan tüm vadeli mevdûat, vadelerine göre kâr-zarar katılma
hesaplarında işletilir. Bu, ya murâbaha (peşin alıp vadeli, satmak) veya
mudârebe (bir taraf emeğini, diğer taraf sermayesini koyduğu ortaklık)
yahut muşâreke (sermaye ortaklığı) yönetimleriyle işletme şekillerinde
olur.
Mudarabede, mudaribin iyi niyetten ayrılmadığı sürece rizikosu
bulunmadığı ve tüm risk, sermaye sahibine ait olduğu için, mudarabe
sermayesine "risk sermayesi" denilebilir. Risk sermayesi (mudârabe)
uygulaması 1970'li yıllardan bu yana özellikle Amerika Birleşik
Devletlerinde çok büyük boyutlara ulaşan ve en son teknolojik
yeniliklere yönelip bu tip projelerin finansmanını sağlayan bir
finansman yöntemi olmuştur. Az ihtimalle büyük kâr büyük ihtimalle küçük
zararın senaaa edildiği bir finansman türü olarak tarif edilir. Risk
sermayesi ABD, Ingiltere, Japonya, Kanada ve Almanya gibi ülkelerde
ileri teknolojiyi gelıştıren itici bir güç olmuştur. Büyük kâr marjı
olan uzun vadeli projelerin faizli kredilerle desteklenmesi halinde
henüz proje sonuçlanmadan kredilerin vadeşinin dolması, girişimcileri
çekingenliğe itmiştir. Risk sermayesinde ise, girişimci (mudârib)nin
rizikosunun bulunmaması, onu uıun vadeli projelerin finansmanı olarak
kullanılır hale getirmiştir. Proje sahibi bilim adamı girişimci,
projesini sermaye sahibine para karşılığında satmak yerine projenin
uygulanmasıyla elde edilecek gelirden sürekli olarak kâr payı almakta,
başka bir deyimle mudarabede mudarib olarak fonksiyonunu ifa etmektedir.
Sonuç olarak, ileri ekonomilerde geniş uygulama alanı olan risk
sermayesi şirketleriyle mudarabe arasında büyük bir benzerlik vardır.
Risk sermayesi şirketi kamu veya özel sektörden sağladığı sermayeyi
titizlikle seçeceği projelere yatırır. Buna göre, risk sermayesi şirketi
mudârib; proje sahibi girişimci şirket, mudareb; finansman sağlayan
kamu kuruluşu veya özel sektör de rabbül-mal (sermayedar) durumundadır.
Buna göre, Islâmi mudarabenin Avrupa'ya 10. yy dan itibaren "Commenda"
adı altında adapte edilmesinin ardından, mudarabenin Avrupa ticaret
hukukuna (Lex mercatoria) girdiği, buradan tüm Avrupa'ya yayılıp
standardıze edildiği bilinmektedir. Bunun sonucunda iş ortaklıkları daha
çok girişimci ve tasarrufçuyu bünyesinde toplamıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:49 am

ALTIN KULLANMAK
İslâm dini süslenmeyi mübah görmüş, ve hatta bazen ve
gerektiği yerlerde teşvik etmiştir.
Cenâb-ı Hak; "De ki Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz
rızıkları haram kılan kimdir?" (el-A'râf 7/32) buyurmuştur.
Fakat bunların yanında erkeklere haram, kadınlara da helâl gördüğü
ziynet eşyaları da vardır. Erkeklere haram olan ziynet eşyaları, altın
ve saf ipektir. Hz. Ali ibn Ebu Talib (r.a.)'dan rivayet edilen bir
hadisde Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
"Resulullah (s.a.s.), ipeği sağ eline, altını da sol eline alarak
buyurdu:
"Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır." (Tirmîzî, Libâs 1; İbn Mace
Libâs 19).
Yine bir gün, bir adamın elinde altın yüzük gördüğü zaman, onu çıkarıp
attı ve buyurdu ki:
"Herhangi biriniz tutuşmuş bir ateş parçasını eline almaya yeltenir mi
hiç?"
Resulullah (s.a.s.) oradan ayrıldıktan sonra adama, yüzüğü alıp ondan
faydalanmasını söylediler. Bunun üzerine adam: "Resulullah onu alıp
attıktan sonra vallahi almam" dedi. (Müslim, Libâs 52).
İsrafa dalanların yanında gördüğümüz, altın kalem, altın saat, altın
çakmak altın sigara kutusu, altın ağızlık ve benzerleri de fakihlerce
altın yüzük gibi görülmüştür. Gümüş yüzük kullanmayı ise İslâm helâl
görmüştü.
Abdullah ibn Ömer'den rivayet edilen bir sünnette, "Resulullah gümüşten
bir yüzük edinmiş ve eline takmıştı" (Ebû Dâvud, Hatem 4; Tirmîzî, Libâs
43). Ayrıca sahabe-i kirâmın gümüş yüzükleri vardı.
İslâm, altını erkeklere haram kılmakla, ahlâkî ve terbiyevî yüce bir
hedefe yönelmiştir. İslâm, erkeğin erkekliğinin korunması gerektiğini,
zayıflığın ve başkasının önünde eğilmenin doğru olmadığını belirtmek
ister. Perişan olmanın belirtilerinden erkeği muhafaza eder. Allah'ın,
kadının terkibinden daha başka bir uzvî bir terkiple yarattığı erkeğe,
kadınlara benzemek ve çeşitli süslerle öğünmek yakışmaz. Bu
haramlaştırmanın arkasında ayrıca sosyal bir hedef de yatmaktadır.
Altın ve gümüş eşyanın kullanılması aaafiyeti, İslâm'ın genel olarak
israfa karşı açtığı savaşa ait programın bir parçasıdır. Kur'an
nazarında israf, milletleri helâk oluşla tehdit eden çözülme ve
bozulmanın bir benzeridir. Zira israf sosyal bozulmanın başlangıcıdır.
israf hayırlı ve doğru bütün yolların, prensiplerin düşmanıdır. Kur'an-l
Kerim'de:
"Bir memleketi yok etmek istediğimiz zaman nimet ve refahdan şımarmış
ele başlarına emir veriniz Ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o memleket
yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz. " (el-İsrâ 17/16).
İslâm, müslümanın hayatındaki israfın bütün belirtilerini haram
kılmıştır. Erkeklere altın ve ipekli giymeyi haram kıldığı gibi, erkek
ve kadın bütün müslümanlara altın ve gümüş kap kullanmayı da haram
kılmıştır.
Bundan başka bu hükmün değerli bir iktisadî yönü vardır. Altın, dünya
piyasalarında en önemli bir maddedir. Bunun için onun erkeklerin
kadınlar gibi süs eşyası veya kap-kacak olarak kullanmasını doğru
bulmamıştır.
İslâm, kadının doğuştan süse ve ziynet eşyasına karşı meyilli olduğunu
gözönüne alarak erkekleri sapıtma ve şehveti kamçılama yolunda
kullanmamak şartıyla, yukarda belirtilen haramlaştırma hükmünden
kadınları istisna etmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:49 am

ALTIN VE GÜMÜŞ KABLAR KULLANMAK CAİZ MİDİR? Altın ve gümüş kablar kullanmak caiz değildir.
Peygamber (sav): "Altın ve gümüş kabda yemek yiyen veya su içen kimse
karnına Cehennem ateşi dökmüş olur” buyurmuştur.
Cumhur ulemaya göre kadının altın ve gümüş ile süslenmesi caiz ise de
altın ve gümüş kablar kullanması caiz değildir. Kaşık, kalem, bıçak,
makas ve benzeri şeyler de kab hükmündedir. Hem erkek, hem kadın için
haramdır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:49 am

ALTIN VE GÜMÜŞ YÜZÜK TAKMAK CAİZ MİDİR? Gümüş yüzük takmak, erkek ve kadın için mübah
ise de, altın yüzük takmak erkek için haram, kadın için helaldır.
Peygamber (sav) buyuruyor: Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helal,
erkeklerine haram kılınmıştır”. Sahabelerden Sa'd bin Ebi Vakkas, Talha
bin Abdullah, Süheyb, Huzeyfe ve Cabir bin Semure, altın yüzük takmanın
tahrimen değiil, tenzihen mekruh olduğuna kanaat getirdikleri için
takmışlar ise de sahabe ve ulemanın cumhuruna göre haramdır.
Abdullah bin Abbas'tan rivayet edilmiştir: "Peygamber (sav) birisinin
elinde (parmağında) altın yüzük gördü. Hemen elinden çıkarıp attı. Ve
dedi ki nasıl olur da sizden biriniz bir ateş parçasını alıp eline
sokar? Peygamber(sav) gittikten sonra adama: Yüzüğünü al ondan faydalan,
denildiğinde "Hayır Allah'a yemin ederim madem ki Peygamber (sav)
atmıştır asla almam” dedi. Hülasa dört mezheb ile sahabenin cumhuruna
göre erkek için altın yüzük takmak haramdır. Cevazı için fetva vermek
doğru değildir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:49 am

ALTIN VE GÜMÜŞTEN BAŞKA
MA'DENİ VE KAĞIT PARA ZEKATA TABİİ MİDİR?
Altın ve gümüşten
başka ma'deni ve kağıt para, ticaret yoluyla elde edilmiş ise sene
sonunda normal olarak ticaret eşyası ile birlikte hesaplanarak zekatı
verilecektir. Bu hususta şüphe yoktur. Ayrıca miras ve vasiyet gibi bir
yolla veya ticaret eşyası olmayan başka bir şey satmak suretiyle elde
edilmiş ise üzerinden bir yıl geçtiği takdirde altın ve gümüş yerine
ka'im olduğu için, Hanefi ulemasına göre yine zekatı verilecektir. Amma
Şafii ulemasının görüşüne göre zekata tabii değildir. Çünkü altın ve
gümüş olmayan madeni ve kağıt para hakkında zekat vermek hususunda hadis
varid olmamıştır. Hanefi ulemasının görüşü bu hususta daha güzeldir.
Çünkü zekatın farz kılınışından maksat malı durumu müsaid olan kimsenin
malından mu'ayyen bir miktarı muhtaç kimselere verdirip ihtiyaçlarını
gidermektir. Binaenaleyh geçmiş asırlarda alışverişde te'amül, altın ve
gümüş ile olduğundan ma'deni şeylerden yalnız altın ve gümüş zekata
tabiidir demek yerinde idi. Fakat şimdi şartlar değişmiş te'amül onlara,
değil madeni ve kağıt paralarla olduğundan, bunları zekattan mu'af
tutmak zekatın farz kılınış gayesine ters düşer.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:49 am

ALTININ NİSABI YIRMİ MİSKAL GÜMÜŞÜN NİSABI İSE 200
DİRHEMDİR, DENİLİYOR. 20 MİSKAL İLE 200 DİRHEM BUGÜNKÜ ÖLÇÜLERE GÖRE NE
KADARDIR?
Bu hususta çelişkili
sözler söylenmektedir, bir kaçını nümüne olarak zikredilip, sonra
kanaatımı beyan edeceğim.
Yusuf al-Kardavi, Fıkh al-Zekat adlı kitabında diyor ki:
"20 miskal altın 85 gram
200 dirhem gümüş 595 gramdır."
Menhel al-Azb al-Mevrüd da şöyle diyor:
"20 miskal altın 93 gram
200 dirhem gümüş 624 gramdır."
Teshil al-Meram da şöyle diyor:
"20 miskal altın 100 gram
200 dirhem gümüş 700 gramdır."
Çünkü bir miskal-i şer'i yüz tane arpa ağırlığındadı, yüz tane arpa da
beş gramdır. Böylece 5*20=100 gram olur.
Şafii, Hanbeli ve Malıki mezheplerine göre ise:
"20 miskal altın 72 gram
200 dirhem gümüş 504 gramdır.”
Hanefi mezhebinde bu ihtilaf var iken, altında yüz ile aaaaen arasındaki
rakam olan doksanı gümüşte de beşyüz ile yediyüz arasındaki rakam olan
altıyüzü kabul etmek daha uygun olur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:49 am

AMEL DEFTERİ
Insanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin kayıt
edildiği defter. Bu defter sesli bir film misali insanın her türlü hâl
ve hareketini, konuşmalarını zapt eden bir defterdir. Bu kayıt ve
zabıtlarla insan ahirette hesaba çekilecek, bu defter insanın leh veya
aleyhinde bir şahid olacaktır. Kur'an'da "kitab" olarak zikredilmektedir
.
Dünya hayatında devamlı olarak insanla beraber bulunan ve onun
yaptıklarını kaydeden melekler vardır. Kur'an-ı Kerîm bu melekler
hakkında şöyle buyurur:
"...Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı
(melekler). Her ne yaparsanız bilirler" (el-Infitâr, 82/10-12). "O,
(Insan) her ne söz söylerse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır"
(Kaf, 50/18).
Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza* (Hâfıza)
melekleri veya Kirâmen Kâtibîn * (Şerefli Yazıcılar) yahut "Rakîb Atîd"
denmiştir.
Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek ve insan kendi
yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır. Defterleri sağl tarafından
verilen kimseler Cennetlik bahtiyarlar, sol tarafından veya arkasından
verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır. Bahtiyarların
hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek;
bedbahtlar ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır. Kur'an-ı Kerîm
bu hususta da şöyle buyurur:
"....Işte o vakit kitabı (amel defteri sağl eline verilmiş olan kimse
der ki: ‚Gelin kitabımı okuyun. Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba
çekileceğimi) zannetmiştim!. Artık o hoşnut bir hayatta yüksek bir
Cennet'tedir " (el-Hâkka, 69/19-22). "Kitabı sol eline verilmiş olan
ise, der ki: ‚Eyvah, keşke kitabım bana verilmeseydi... Hesabının da ne
olduğunu bilmeseydim!... Tutun onu hemen bağlayın onu, sonra Cehennem'e
atın onu..."(el-Hâkka, 69/25-27, 30-31).
Insan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret
edecek ve Kur'an'ın tabiriyle şöyle diyecek "Eyvah bize, bu deftere ne
olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış... " (el-Kehf, 18/49).
Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları ameller
doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye sahip olduğuna göre amel
defterının iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi
etkilidir. "Iman edecek salih amel işleyenlerin amelleri zâyi' olmaz.
Biz onu yazmaktayız. " (el-Enbiyâ, 21/94). Bu hususta başkasını
suçlamasına mahâl yoktur. Arzu edilir ki o defter yüz ağartıcı
sahifelerle dolu olsun. Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri
süsleyecek olanlardır. Bu da ancak Allah'ın dinini yeryüzünde hakim
kılmak, bu dini yaşamak ve Allah Resulu'nün gösterdiği yoldan gitmekle
elde edilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Cyber
SüperModeratör
SüperModeratör
Cyber



Başarı Puanı
Başarı Puanı:
islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Imgleft40/258islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Emptybarbleue  (40/258)

islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: islam fıkıh ansiklobedisi   islam fıkıh ansiklobedisi - Sayfa 2 Icon_minitimePerş. Tem. 01, 2010 10:49 am

AMELİYATLI İKEN GUSÜL Âdetli iken ameliyat olan bir kadın, ameliyattan bir iki gün
sonra âdeti biterse namaz kılabilmek için gusül yapmalı mıdır? Halbuki
doktor buna müsaade etmiyor. Teyemmüm yapsa yeterli olur mu?
Bu tür konularda karar verecek olan doktorun hem hâzik (bıranjında
yetkili) hem de Müslümân (farzlara ve haramlara riayet eden) olması
gerekir. Böyle bir doktorun ameliyatta ya da herhangi bir hastalıkta,
yakınması zararlıdır, dediği organ veya bölge yıkanmaz. Diğer yerler
yıkanır; o bölge sargı üzerinden meshedilir, zarar veriyorsa mesh de
bırakılır. Ameliyatlı namaz ve ibadetlerini böylece eda eder. Doktor,
yıkamak vücudunun her yerine zararlıdır, derse hiçbir yerini yıkamaz,
teyemmümle ibadet yapar. Bu durumda teyemmüm hem gusül hemde abdest
yerine geçtiğinden, namaz için ayrıca abdest almaya da gerek yoktur.
Eğer abdest azalarm yıkaması zarar vermiyorsa oralarm ve suyun zarar
vermediği diğer yerlerini zaten yıkamalıdır. Dediğimiz geri kalan
yerlerini de meshetmelidir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
islam fıkıh ansiklobedisi
Sayfa başına dön 
2 sayfadaki 3 sayfasıSayfaya git : Önceki  1, 2, 3  Sonraki
 Similar topics
-
» İslam Bilim ve Teknolojiye Nasıl Yön Verdi?
» İslam büyğklerinden çok güzel resimli sözler 1
» İslam büyğklerinden çok güzel resimli sözler 2
» İslam büyüklerinden çok güzel resimli sözler 3

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Dinimizi Tanıyalım :: Dini Bilgiler-
Buraya geçin: